Avrupa’da rönesans ve reform sonucu gerçekleşen sosyo-kültürel değişim, Ortaçağ’daki Hiristiyan-ruhban skolastik din anlayışını kısmen bertaraf ederek yerini pozitivist anlayışa terk etmiştir. 1789 Fransız ihtilaliyle başlayan süreç yalnız Avrupa ile sınırlı kalmayarak diğer merkeziyetçi imparatorlukları da etkisi altına almıştır. İmparatorlukları sarsan “Hürriyet-Müsavat-Uhuvvet” yani “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganları, döneme damgasını vuran sloganlar olmuştur. Avrupa’da bilim ve fen alanındaki gelişmeler ve teknik buluşların etkisiyle üretim ve sanayide insan emeği ve gücünün yerini otomasyon sistemleri ve makineler almıştır.

Sanayi inkılabı ilk olarak İngiltere’de gerçekleşerek sonrasında Avrupa’nın diğer ülkelerine yayılmıştır. Sanayi inkılabının gerçekleşmesiyle üretim ve hammadde ihtiyacında yaşanan artışlar pazar sorununu ortaya çıkarmış ve bu durum sanayi inkılabını gerçekleştiren İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde emperyalist ve sömürgecilik faaliyetlerine doğrudan etki etmiş, bu ülkeler adeta sömürgecilikte yarışır hale gelmiştir.

Büyük ve küresel güç olma arzusu ve daha fazla kazanma ve tahakküm etme hırsı, sömürgeci ve emperyalist ülkelerin makyavelist, pragmatist ve egoist olgulara dayalı dış politika argümanı ile birleşince, bu anlayış emperyalist devletleri tabiri caizse “doyumsuz ve obur bir yaratık’ haline getirmiştir. “Üretebilme ve ürettiğini pazarlayabilme” adına “insanı mekanik bir üretim ve tüketim aracı” haline getiren sömürgeci ve emperyalist ülkeler, kapitalist iktisat politikası ve makyavelist dış politikaların etkisi ile yakınçağ tarihimizin siyasi-sosyal ve iktisadi hayatını şekillendirmiştir. Küresel güç olma arzusu ve bu amacı gerçekleştirmek için her türlü aracın meşru sayıldığı bir dış politika ile hiç bir insani ve ahlaki erdem tanımadan emperyalist amaçların gerçekleştirilmesi için atılan bu adımlar iki büyük dünya savaşının da en önemli sebepleri arasında yer almaktadır.

Yöneticilerin bireysel arzu ve ihtirasları, emperyalist ve sömürgeci ülkelerin ulusal ve küresel çıkarları, günümüzün etnik, mezhepsel ve dini motifli çatışmalarının da arka planında yer almaktadır. Bu büyük güçlerin emperyal ve siyasal emeller uğrunda kutuplaşması, az gelişmiş 3. dünya ülkeleri üzerinde kirli ve gizli pazarlık ve ittifaklara girmesi nedeniyle yakınçağ tarihimiz her türlü istenmeyen siyasi ve sosyal trajedilere sahne olmuştur.

“Küçük olsun benim olsun”, “zayıf olsun ben yöneteyim” mantığıyla Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde yaşayan halkları, başıboş bırakılamayacak kadar “değerli sürüler” ve devşirdikleri işbirlikçi idarecileri de bu değerli sürülere atanacak “çobanlar” olarak addeden bu küresel güçler, “böl-parçala-yönet” politikası ve “amaçlar araçları meşru kılar” felsefesi ile Orta Doğu, Asya ve Afrika’daki yeraltı ve yerüstü zenginliklerine göz dikmişlerdir.
Fransız ihtilalinin sloganları olan ve pratikte içini hiçbir zaman dolduramadıkları “Özgürlük, Kardeşlik ve Hürriyet” kavramları ile İslam dünyasını siyasi ve askeri nüfuzları altına alıp etnik, dini ve mezhepsel bağlamda çatıştırarak parçalama ve yönetmeye çalışmışlardır. Buna karşı hazırlanan plan ve projeler, ıslahat ve reform adıyla uygulama safhasına konulmuş, ancak, atılan iyi niyetli adımlar Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına ve dağılmasına aracılık etmekten öteye bir işlev görmemiştir.

İlk olarak Avrupa sınırlarında Balkanlarda başlayan bu siyasi, dini, etnik parçalama girişimleri; milliyetçi ve dinsel duyguların tahrik ve tefrik amaçlı kullanılmasıyla Osmanlı İmparatorluğu idaresinde bulunan gayr-ı müslim tebaadan olan Yunanistan, Sırbistan vs. diğer Hristiyan unsurlar elden çıkmıştır. Osmanlı devletini “Asya-yı Sağire” yani “Küçük Asya” ya da “Minör Asya” dedikleri “Bursa-Ankara-Konya” gibi coğrafi alana çekmeyi, oraya hapsetmeyi düşünen emperyalist ve sömürgeci devletler, süreç içerisinde uygulayacakları programlarla Anadolu’nun kapılarını İslam dünyasına kapatmayı uzun vadeli olarak düşünmüş, bunu en temel hedefleri haline getirerek uygulamaya koymuşlardır.

Balkanların ve Kuzey Afrika topraklarının elden çıkması ve I. Dünya savaşının akabinde 1916 yılında Sykes-Picot antlaşması ile Osmanlı-Ortadoğu İslam dünyasını, kendi çıkarları doğrultusunda paylaşım konusu yapmışlardır. Emperyalist ve sömürgeci devletler, tasfiye sürecinin bir devamı olarak, İslam âlemini yapay sınırlara bölmüş, İslam dünyası üzerinde yaptıkları sistematik misyonerlik ve oryantalist çalışmalar neticesinde İslam âlemini, tarihine, kültürüne ve kimliğine yabancılaştırmışlardır. Ayrıca İslam toplumlarının sosyo-kültürel çeşitliliği ile mezhepsel ve etnik farklılıkları kaşıyarak, ulusalcılık ve milliyetçilik kavramları üzerinden yer yer çatıştırarak zayıflatmaya, parçalamaya ve yıkmaya çalışmışlardır.

Bugün de ülkemizde ve tüm Ortadoğu coğrafyasında devam eden “böl-parçala-yönet” politikası, maalesef bu “açgözlü” ve “midesi büyük” sömürgeci ve emperyalist devletlerin temel dış politikası olmaya devam etmektedir. Coğrafyamızda yaşanan her türlü etnik ve dinsel çatışmanın tarihsel arka planına bakıldığında; güncel haliyle yaşadığımız coğrafyanın bir kan gölüne gelmesinde insani ve ahlaki erdemlerini kaybetmiş küresel güç ve mahfillerinin ülkemizde ve özellikle Ortadoğu’da sahnelenen senaryo ve entrikaları, coğrafyamızı her türlü siyasi ve sosyal deneylerin yapıldığı bir laboratuvar haline getirmiştir.
İnsanlığın bittiği, hukukun ve adaletin küresel ve emperyal devletlerin çıkarlarına hizmet ettiği, demokrasi, hümanizm, liberalizm, barış gibi kavramların sahada bir karşılıklarının neredeyse kalmadığı, amaçların meşru olmayan yol ve yöntemlerle gerçekleştirildiği, egoizmin zirve yaptığı, kitlesel ölümlerin normal hale getirildiği bu yüzyılda görülüyor ki içi boş “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” kavramları insanlığa hürriyeti, eşitliği, kardeşliği getirememiş, bu kavramlar isyanın, bölünmenin, kin ve düşmanlığın birer aracı olarak coğrafyamızda ve özellikle Ortadoğu’da sistematik bir şekilde sömürgeci ve emperyalist devletler ve derin mahfillerce kullanılarak İslam dünyasının son büyük temsilcisi olan Osmanlı Devleti’nin, tüm renkleri ve unsurlarıyla tarih sahnesinden çektirilmeye çalışılmasında kullanılmış; İslam âlemi, başsız bir tespih gibi bırakılmış, kürre-i arzda bulunan tüm İslam ve insanlık âlemi hamisini kaybetmiş, dünya mazlumları yetim kalmıştır.
Dünya barışını tesis etme adına kurulan BM vs. oluşum, kurum ve kuruluşlar, kendisine tahakküm eden ve kendisini finanse eden kurucu ve veto yetkisine sahip ülkelerin çıkarlarına hizmet etmekten öte herhangi bir işlev görememektedir. Küresel silah baronlarının arka bahçesi, mevcut statükolarını koruyan bir can simidi olmaktan öte herhangi bir anlamı ve fonksiyonu kalmayan BM gibi üst kuruluşların, insani erdemleri yüksek, çağın şartlarına uygun ve ihtiyaçlara cevap verecek şekilde yeniden revize edilmesi önem arz etmektedir.

Tarih aynasında bunları görmek ve bunlardan ibret ve dersler çıkarmak, ülkemizin maddi ve manevi değerlerini oluşturan tüm unsurlarına sahip çıkmak, insanımızı her türlü zenginliği ile sahiplenerek ona değer vermek gerekir. Toplumumuzu kaliteli bir toplum haline getirmek ve bunun da doğal sonucu olarak ayakları yere sağlam basan güçlü ve adaletli bir devlet ve müreffeh bir millet olarak tarih sahnesindeki yerimizi en güçlü bir şekilde tekrardan almamız zorunluluk arz etmektedir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?