Gençlik denince akla ilk gelen şey, deli dolu bir dönem, arzuların, heveslerin, hareketliliğin ve bedensel gücün doruklarda olduğu dinamik bir süreç gelir. Çoğu insanın bu dönemden geçtiği ve ömrün son yıllarında “gençken şöyle yaptık, e artık bizden geçti, gençlik hevesleriydi” vs. dediğini duyarız. En çok çalışma, gençlik döneminde olduğu gibi; en çok hatalar da yine gençlik döneminde işlenir.

Bu dönemde gençlik denince maalesef akla ilk gelen şey, sosyal medyanın ağına takılıp kalan bireyler geliyor. Klavye dostlukları, mutlu olmadığı hâlde çok mutlu görüntüsü veren sahte yüzler, kısa yoldan zengin olma hayali peşinde siteler başında ömür tüketenler ve daha kaç beğeni alacak diye mahremini, aile sırlarını, yediği yemeği, gezdiği yeri, hatta eşini çocuğunu paylaşıp takipçi toplamak isteyen nicelerini gördüğümüzde içimiz kan ağlıyor.

Bunun yanında elbette gençliğini güzel yerlerde geçiren çocuklarımız da var elhamdülillah. Güzel insanlarla bir araya gelip Allah’ın hoşnut olduğu şeylerden bahseden ve elinden geldiğince gözlerini haramdan koruyan gençlerimiz de var çok şükür.

Kudüs’te genç olmak denince akla çok daha başka şeyler gelir. Kudüs’te de gençliğini heba edenlere rastlamak mümkündür belki ama gözlerimizin şahit olduğu daha farklı ve daha güzel bir gençlik hâkim orada.

Mirasımıza sahip çıkan bir gençlik… Bedenini kurşunlara siper eden, çocukluğunu zalimin hücresinde işkenceler altında geçiren, ailesinden, çoluk çocuğundan ayrı dört duvar arasında özgür olmayı bekleyen anneler, çocuklar, gençler de tanırız orada.

Tüm Müslümanların yerine haykıran bir gençlik var orada. Bizim yerimize de çarpışan, düşmana geçit vermeyen gençler görüyoruz elhamdülillah.

Aynı karede biri Kudüs’ten biri de başka bir ülkeden sırt üstü uzanmış tavana bakıp dalan iki gencin resmi… Biri, düşündüğü aşkını, diğeri de ya zafer ya da şehadeti anımsatır.
Koşmaya başladığı ilk günden eline aldığı taşla zalime meydan okuyan çocuklar bize Uhud günü savaşa katılmak için ısrar eden Rafi ve Semure’yi (Allah ikisinden razı olsun) hatırlatır adeta.

Esir edilmiş her kadın bize Ebu Cehil’in tokatlarına rağmen sır vermeyen Esma ve harp meydanında sağa sola koşuşan Nesibe’yi hatırlatır.
Eli silahlı cellatların karşısına hiç korkmadan dikilen nice gençler, bize Ömer’in heybetini; Mescid-i Aksa’da ağlaya ağlaya dua edenler, müşriklerin baskısı altındaki her muhacir sahabiyi anımsatır.

Kudüs’te genç olmak bir başkadır.
Bedir’de, Hz. Peygamber (s.a.v.), “Şu bir avuç Müslüman’ı helak edersen sana yeryüzünde ibadet edecek kimse kalmaz.” diyerek Allah’tan zafer istemişti. Filistin topraklarını işgal eden siyonistlere karşı direnen bir avuç Filistinlinin durumu, Peygamber’in (s.a.v.) ve sahabilerin o zamanki durumuna ne kadar da benziyor?

Okçular tepesindeki gençler hiç inmedi sanki oradan. Kudüs’te devam ediyor sanki bu nöbet. Kanlarıyla canlarıyla da olsa Kudüs özgür olana dek savaşan gençler bize umut oluyor.

Kudüs’te genç olmak, her sabah gözünü Mescid-i Aksa’nın güzelliğiyle açmak demektir aslında. İmanın tadını attığı taştan bile almak, oyunlarında Bedir’in ve Uhud’un aslanlarını yetiştirmektir. Oturduğu sofraya şehit olan kocasının ve oğlunun resmini de koyan anneler gelir aklımıza. Tıpkı Nesibe Hatun gibi…

Bir yandan Ebu Cehil ve Ebu Leheb’ler hüküm sürerken bir yandan da bu dönemin Ömer’lerini, Ebu Bekir’lerini, Ali ve Osman’larını; Nesibe ve Fatmalarını, Aişelerini görmek, hak batıl savaşının hâlen devam ettiğini gösterir. Selam olsun asrın Ömerlerine, Aişelerine, Nesibe ve Rafilerine, Semure ve Ubeyde’lerine…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?