Musibet konusunu ele aldığımız yazı serimizde; modern algıya ve deist bir dünya görüşüne teslim olan insanın, uğradığı musibet ve felaketlerin hiçbirisinin, Tanrı ile olan ilişkilerinden kaynaklanmış olabileceği ihtimalinden hoşlanmadığını belirtmiştik. Bu durum, son zamanlarda inananlar ve Müslümanlar nezdinde de gittikçe yaygınlaşan bir hâl almıştır. Modern zihne göre tabiat olayları, doğadaki sebep-sonuç ilişkisi içerisinde gerçekleşen, salt olarak insan-tabiat ilişkilerini ilgilendiren olaylardır. Öyleyse burada büsbütün tabiatla veya bir adım daha öteye taşınacaksa insanın hemcinsiyle bir ilişki biçimi söz konusudur. Bu zihne göre tabiat olaylarında, Tanrı’nın herhangi bir müdahalesinin söz konusu olduğunu düşünmek, boş bir çabadır. Böyle bir bakış açısı, aslında bir zamanlar bize yabancı olan deist anlayışın, bir yolunu bulup içimizde yeşerdiğinin acı bir göstergesidir..
Öncelikle şunu net bir şekilde vurgulamakta fayda vardır: Gerek insan-tabiat, gerekse insan-insan ilişkilerinin bozulmasından kaynaklanan sonuçlar da Yaratıcıya karşı gelmenin dolaylı yansımalarıdır. Çünkü hem tabiatın hem de insanın sahibi, her ikisini de yaratan Allah’tır. Tabiat ve insanla ilgisi olan eylemlerde güzel ve adil olanı tercih etme, Yaratıcı tarafından insana yüklenen bir sorumluluktur. Tabiatı koruma, ondan faydalanırken makul bir çerçevede hareket etme, insanlarla onların iyiliğine olacak şekilde iletişime geçme, onlara zarar vermeme, anlaşmazlık konularında adalet hakikatinden taviz vermeden çözüm yollarına başvurma, İslam’ın genel manada bağlı kalınmasını istediği hususlardır. Dolayısıyla bu bağlamdaki zararlı ve huzur kaçırıcı eylemler, aynı zamanda İslam’ın Sahibine yani hak dini gönderen Yaratıcıya bir başkaldırı mahiyetindedir. Bu konulardaki uyarı ve cezalandırmalar da yine Yaratıcının uyarı ve cezalandırması gerçeğinin birer parçasıdır. Bu hususlar, önceki yazılarımızda vurgulu bir şekilde ele alındı. Bu yazımızda direk Yaratıcıya karşı gelmenin, O’nu tanımamanın, O’na isyan ve tuğyanda ısrar etmenin bazı can alıcı noktaları üzerinde durulacaktır.
Kur’an’da dikkatimizi çeken bazı ayetler üzerinden olayları okumak, daha tatmin edici sonuçlara ulaşmamızı sağlayacaktır. Bu kabilden olmak üzere, öncelikle şu ayete bir göz atalım: “Resulün çağrısını aranızda, birinizin diğerini çağırması gibi görmeyin. Aranızdan gizlice sıvışıp gidenleri Allah elbette bilir. Onun emrine aykırı davrananlar, başlarına ya bir belânın gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korksunlar!” (Nûr, 63) Bu ayette, bizim açımızdan en can alıcı nokta, önceki kavimlere değil, bizzat Müslümanlara yönelik bir uyarı yapılmasıdır. Şayet Müslümanlar, Allah’ın elçisine yönelik bir saygısızlık içerisinde bulunurlarsa; ya başlarına bir belânın/fitnenin gelmesinden yahut can yakan bir cezaya çarpılmaktan korkup sakınmaları gerektiği ifade edilmektedir. Can yakıcı azabın ahirette olacağını düşünmek, normaldir ve beklenendir. Ancak başlarına arzu etmedikleri birtakım olayların gelmesi, dünyada olması muhtemel bir durumdur ki ayette bu, “fitne” kavramıyla ifade edilmiştir. Bu ise arzu edilmeyen, istenmeyen belaların gelebileceği uyarısıdır. Bu durumun Hz. Peygamber (sav) zamanında yaşayan insanlar için söz konusu edilmesi gerektiği iddia edilirse, buna karşı şunu rahatlıkla söylememiz mümkündür: Allah’ın elçisinin yolunun tersine bir yolda gitmede direnmenin, ona itaat ve ittiba etmemeyi bir hayat tarzı haline getirmenin, daha büyük bir saygısızlık anlamına geleceği ve bunun belasız ve cezasız kalmasının düşünülemeyeceği şüphesizdir. Önemli olan burada, dünyada bir takım bela ve musibetlerin gelebileceği gerçeğinin ıskalanmamasıdır.
Bu acıklı gerçeği Peygamberlerin şeyhi ve piri olarak kabul edilen Hz. Nûh’un kavmini uyarmasında apaçık bir şekilde gözlemleme imkânına sahibiz. Şöyle ki; “Kendilerini bağışlaman için ben onları ne zaman çağırdıysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar; elbiselerini başlarına bürüdüler, ayak dirediler, kibirlendikçe kibirlendiler. / Yine de ben onları açıkça çağırmaya devam ettim. / Onlara açık da söyledim, yerine göre gizli de söyledim. / Dedim ki: Rabbinizden bağışlanmanızı dileyin; O, çok bağışlayıcıdır. / Üzerinize gökten bol bol yağmur indirsin. / Mallar ve oğullar vererek sizi desteklesin, size bahçeler versin ve sizin için ırmaklar akıtsın. / Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz?” (Nûh, 7-13) Hz. Nûh, kavmini iman etmeye, salih amel işlemeye ve bu sayede Allah tarafından bağışlanmaya davet etmektedir. Şayet ayak diremeyip kibirlerinden vazgeçerlerse, bağışlanmalarının yanı sıra gökten yağmurun bol bol ineceği, mal ve çocuk konusunda bir bereketin hâsıl olacağı, bahçeler ve ırmaklar bahşedileceği müjdesini verir. Bu durumda, yağmur ve bereketin azalmasında, bolluk ve refahın kısılmasında, kavminin isyan ve tuğyanda ısrar etmelerinin çok büyük bir payının olduğu net bir şekilde anlaşılmaktadır. Barajlardaki su oranlarının alarm verdiği şu günlerde bu hakikati göz ardı etmemek, gerçeği daha sağlıklı kavramamızı sağlayacaktır. Demek ki insanların fiil ve davranışlarının, yağmur ve bereketle, bolluk ve refahla bir irtibatının bulunduğu gerçeğini görmezden gelmek, kişinin başını kuma gömmesine benzer bir durumdur.
Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: Hz. Nûh’un (as) kavmi büyük ekseriyetle şirk ve küfürde ısrarcı olduklarından böyle bir duruma sebebiyet vermiştiler. Acaba günümüzde Müslüman ülkelerde de zaman zaman bu durumun görülmesini nasıl izah etmek gerekmektedir: Aslında cevap açıktır: En büyük sebep küfür olgusudur. Küfür; kâfirlerde, Allah’ı veya O’nun bir oluşunu inkâr etmekle beraber ihsan edilen tüm nimetleri görmezlikten gelme ve şükürsüzlük anlamına gelen küfran-ı nimetle ortaya çıkar. Müminler için Allah’ı veya O’nun birliğini inkâr etme konusunda kayda değer bir problem olmamasına karşılık, küfran-ı nimet konusunda aynı şeyleri söylemek pek mümkün görünmemektedir. Bu da uyarıcı mahiyetteki fitne veya musibetlerin inkârcılar için olduğu gibi farklı tonlarda da olsa, zaman zaman Müslümanlar için de olabileceğini bizlere hatırlatmaktadır.
Musibet ve cezanın kısmî de olsa bu dünyada, ahiretteki cezalandırmayı hatırlatacak şekilde gerçekleşmediğini zannedenlere önemli bir uyarıyı şu ayette okumak mümkündür: “Kendilerine zulmedenlerin (ve helak olanların) yurtlarına yerleşmiştiniz. Onlara neler yaptığımız size açığa çıkmıştı. Size (onların durumuna dair) örnekler de vermiştik. (Buna rağmen ahiret yurduna inanmamış, yeniden dirilişi inkâr etmiştiniz.)” (İbrahîm, 45) Zulmedenlerin, adalet ve hakkaniyeti tanımamakta ısrar edenlerin, mesela İsrailoğullarını ezme ve sömürmede direnen Firavun ve hanedanının maruz kaldığı cezalandırma gibi örneklerin sayısı az değildir. Buna rağmen ibret alınmaz ve aynı yanlışlarda ısrar edilirse türlü şekillerde yaptırım ve müeyyidelerin söz konusu olmayacağının garantisi var mıdır? Kim böyle bir şeyi garanti edebilir?
Şu ayet-i kerimede “insanlar” ifadesinin kullanılması ne kadar yerinde bir kullanımdır:
ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذيقَهُمْ بَعْضَ الَّذي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor. (Rûm, 41)
Sadece kâfirlerin ve putperestlerin değil, insanların yani kimi zaman Müslüman olduğunu söyleyenlerin de yapıp ettikleri yüzünden yeryüzünde düzen bozulmaktadır. Yaratıcı, her grubu yapıp ettikleri konusunda uyarmak üzere, işledikleri davranışların bir kısmının acı sonuçlarını onlara tattırmaktadır. Bunu da akıllarını başlarına alıp, gittikleri yanlış yoldan dönmeleri maksadıyla yapmaktadır.
Şu ayet-i kerime de yanlışta, isyan ve tuğyanda ısrar edenlerin, Mekkeli müşriklerin, büyük azap olan ahiret azabından önce dönüş yapmaları maksadıyla daha yakın olan ve dünyada karşılaşacakları bir azapla uyarıldığını açıkça haber vermektedir:
وَلَنُذيقَنَّهُمْ مِنَ الْعَذَابِ الْاَدْنٰى دُونَ الْعَذَابِ الْاَكْبَرِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
Belki dönüş yaparlar diye, onlara o büyük azaptan önce daha yakın azaptan muhakkak tattıracağız. (Secde, 21)
Ayette “yakın azap” tabiriyle, dünya hayatındaki belâ ve sıkıntıların kastedildiği açıktır.
Şu ayet ise Allah’a ve Resulüne karşı gelmenin gerek ahirette gerekse dünyada bir karşılığının bulunduğunu hatırlatmada son derece nettir:
اِنَّ الَّذينَ يُؤْذُونَ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ لَعَنَهُمُ اللّٰهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ وَاَعَدَّ لَهُمْ عَذَاباً مُهياً
Allah’ı ve Resulünü incitenleri Allah, dünyada ve âhirette lânetlemiş ve onlar için alçaltıcı bir ceza hazırlamıştır. (Ahzâb, 57)
Demek ki ahiretteki lanetlenmeyi hatırlatacak bir lanetlenme, dünyada da söz konusudur.
Anlaşılan o ki, “insan-Allah” ilişkilerinin çarpıklığından kaynaklanan musibet ve fitneler, modern zihnin dayatmaya çalıştığı bir mahiyette olmaktan uzaktır. Burada belki çok yönlü okuma, biricik hakikati bulabilmenin yegâne yoludur.
Sözün özü, dünya hayatında gerçekleşen ve “insan-Allah” ilişkilerinin çarpıklığından kaynaklanan, musibet veya fitne-felaket mahiyetini taşıyan olaylar, salt olarak insan ve tabiat ilişkisine sınırlandırılamayacak kadar büyük bir hakikattir. Bunlar ahiretteki büyük azapla karşılaşmadan önce, insanoğlunun düşünüp taşınması, aklını başına alması için uyarı mahiyetindeki hadiselerdir. Son sözü şu ayet-i kerimeyle bitirelim:
اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ
İnsanlar, denenip sınavdan geçirilmeden, sadece “İman ettik” demekle bırakılacaklarını mı sanıyorlar? (Ankebût, 2)