Bir kış gecesi… Cayır cayır yanan odun sobasının üstünde insanı kendine çeken kokusuyla pişen kestaneler nar gibi kızarmaya başlardı. Bütün gün leğende çamaşır yıkayan annem, yorgunluğunu atmak için demlediği çayı babamla sohbet eşliğinde yudumlarken sanki onca elbiseyi yıkayan annem değil de bendim. Babam, bakkalın, manavın borcu diye yaptığı hesaptan sonra sırtını arkasındaki hasır yastığa yaslayıp arta kalan rızkımız için Allah’a şükür dileklerinde bulunurdu. Sürekli üşüdüğü için sobaya en yakın duvarın köşesine kurduğu makamını kimselere vermeyen babaanneme ve elinde çektiği tesbihe baktıkça gıpta ediyordum. Babam ve annem, onun için “evimizin bereket vesilesi” der hizmetinde kusur etmezlerdi. Biz de ona sesimizi yükseltmez, ona karşı edebimizi bozmazdık. Bazen bize masallar anlatır bazen de “Bugün Kuran-ı Kerim okuyacağım, haydi siz de dinleyin” der, bizi etrafına toplardı.

Biz geniş bir aileydik. Babam, annem, babaannem ve ben dâhil kardeşlerimle beraber toplam dokuz kişiydik. İki oda bir salonumuz vardı. Biz kardeşlerimle salonda hep birlikte yatar, yaz geceleri damda yıldızları izlerken uyuyakalırdık. Gündüz mü? Günün ilk vaktinde yani henüz güneş doğmadan uyanır hayvan otlatma, kahvaltı, ev işi derken günün kalan kısmında topraktan çamur yapar, kaleler, mağaralar inşa edip oynardık. Babam bazen şehre gider, bize sıcak ekmek alırdı. Ekmeğin kokusu ne güzel gelirdi o zamanlar bana.
Kardeşlerimle bazen birbirimizin elbiselerini giyer, bir yere giderken kimin ayakkabısı yeniyse diğerine ödünç verirdi. Vefalı komşularımızı anmasam olmaz. Mahallede hepimiz bir aile gibiydik. Birinin başına bir şey gelse diğeri hemen koşardı. Mahallede bizden büyük ablalar ve abiler vardı. Çok edepli, çok saygılı… Hele bir abi vardı ki… Bir ablayı çok seviyor ama bunu ona bir türlü söyleyemiyor, onu her gördüğünde utancından yüzü yere düşüyordu.

Bir gün mahalledeki çocuklardan iki kişi birbirine düştü. Resmen tekme tokat kavga ettiler. Bunu duyan aileler hemen koşup ayırmışlardı kavgayı. Akşamında iki taraf da bir araya gelip çocukları barıştırmıştı.
Ah ne güzel günlerdi…
Ama bir gün…
Telefon diye bir şey icat edildi. Birbirine uzak olan kişilerin seslerini birbirine ulaştıran bir aletti bu. Biz uzaktaki sevdiklerimize arada mektup gönderir, çoğu zaman da at arabasına atlar gider bir iki gün kalıp dönerdik. At arabasıyla da yolculuk yapmak çok zevkli olurdu. Ama telefon çıkınca artık onca yolu gitmeye gerek kalmamıştı. Annem artık çoğu zaman akrabalarını arıyor, bazen saatlerce konuşuyordu. Bu yüzden çoğu zaman ev işlerini aksatabiliyordu.

Sonra televizyon diye bir alet girmeye başladı hayatımıza. Çevremizde biraz zengin olan biri alınca diğer komşular arasında da bir rekabete dönüşüverdi hızlıca. Annem babama TV alması için ısrar ediyor, babam ise kıt kanaat geçindiğimizi söyleyip kabul etmiyordu. Annem babama olan dargınlığı sebebiyle günlerce çayını yapıp önüne bırakıp gidiyor, artık eskisi gibi onunla muhabbet etmiyordu. En sonunda ikna olan babam TV’yi almıştı. Televizyonda insanların oynadığı rolleri saatlerce izliyor, hiç sıkılmıyorduk. Çok eğlenceli ve çok heyecanlı sahneler vardı televizyonda. Bazı zamanlar da yüzümüzü kızartacak şeyler görüyorduk. Babaannem bunları görünce utancından yüzünü örtüp televizyonu kapatmamız için bize kızıyordu. O, televizyon için “şeytanın oyunu” diyordu, biz ise ona gülüyorduk.
Günlerden bir gün annemin bir komşusu bize misafire gelip annemin leğende çamaşır yıkadığını görünce ona yeni çıkan ve evine aldığı çamaşır makinesinden bahsetti. “Çamaşırları atıyorsun, makine yıkıyor, sen ise kahveni içiyorsun canım” diyerek annemi heveslendirdi. Akşam olunca annemle babamın yeni tartışma konusu çamaşır makinesiydi. Biraz işler düzelmişken yeni bir masrafın çıkması babamın canını sıksa da bu makine işi onun da hoşuna gitmişti. En azından artık istediği kıyafeti istediği zaman temiz ve kuru bulabilecekti.

Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovalarken bizim köyümüzde son zamanlarda çok büyük değişimler meydana geliyordu. Birbirlerine bakmaya utanan kız ve erkekler birbirleriyle kaçıyor, kadınların bulaşık makinesi, ütü, elektrikli süpürge, koltuk, yeni model perde vs. dertleri bitmiyordu. Televizyonda bakımlı kadın gören erkeklerin de gözü artık dışarıya kayıyor, filmlerde görünen tozpembe hayatları gerçek zannederek kendi hayatlarına isyan eder hâle geliyorlardı. Oysa her şey önceden çok daha güzeldi!
Sonra ne mi oldu?

Yıllar su gibi akıp geçti. Erkeklerin arasına karışmaya hayâ eden kızlarımız iş hayatına atıldı. Çünkü her yerde kadınlar vardı. Kadın ve erkek eşittir. Erkek nerde ise kadın da oradadır diye diye kızlarımızı sahaya çekip ailenin temelini sarstılar. Artık kimse aynı odada uyumuyordu. Herkesin kendine ait bir odası vardı. Ninelerimizin hâl hatırı sorulmaz oldu. O “evin bereketi” diye gördüğümüz yaşlılar, insanlara yük olarak gelmeye başladı. Bunun için de bir çözüm olmalıydı değil mi? Kesinlikle! O yüzden hemen her yerde onların huzurla (!) tesbihlerini çekebilecekleri huzur evleri inşa edildi.
Peki, evi daralttıklarını düşündükleri yaşlıları çıkarınca ev genişledi mi? Maalesef! Yeni gelinler artık ayrı evde yaşamayı evliliğin birinci şartı olarak öne sürdüler. Geniş ev, geniş odalar, lüks eşya ve dolu dolu altınlar evliliğin olmazsa olmazıydı. Ee, izledikleri filmdeki hayatlardan eksik yanları kalmamalıydı. Bizim sokakta oynayan çok az çocuk var artık. Çünkü çocukların çoğu evde ve ellerinde istedikleri oyunları oynayabilecekleri son model telefonlar var.

Akşam vakitlerini de sevmiyorum artık. Çünkü hızlı bir şekilde büyüyen harcamalara yetişemeyen anne babanın ikisi de çalışıyor ve oturup muhabbet edecekleri pek bir şeyleri kalmamış görünüyor. Çünkü ikisini de ziyadesiyle meşgul eden sosyal medya ve askerleri sürekli iş başında. Çocuklar mı? Artık evleri sesleriyle dolduran o kadar çocuk doğmuyor maalesef. Masrafları çok diye fazla çocuk yapmıyor modern (!) anne ve baba. Bir de doğumla bedenlerini bozmak istemeyen anneler vardı değil mi?
Öyle ya, batı bize bunu yavaş yavaş aşıladı. Zaten çok çocuğu olan da ne hayır görmüş ki kuzum! Anne sabah kreşe bırakıyor, akşam getirip yatağına koyuyor. Anlayacağın doğmasa daha iyi.

Bizim bu hâlimiz neye benziyor biliyor musun? Bak sana bir hikâye anlatayım:
Bir gün bir karınca, bir kabın içinde bir miktar bal keşfeder. Karınca tabağa yaklaşır ve temkinli bir şekilde kenardan bir miktar bal yiyip oradan ayrılır. Fakat balın tadını alan karınca yerinde duramaz ve baldan tekrar yemek için döner ve biraz daha içine doğru inip yer ve geri çekilir. Fakat aldığı yoğun tat karıncanın peşini bırakmaz ve bala daha çok yaklaşması için onu tetikler. İçindeki yoğun arzuları yenemeyen karınca dayanamaz ve bir kez daha bal yemek üzere geri döner dönmesine fakat yedikçe yiyesi, tabağın içine girdikçe giresi gelir. En sonunda kendini tamamen balın içinde bulur. Fakat o da ne? Bal, karıncanın ayaklarını kuma batar gibi çekiyor, zavallı karınca debelendikçe içine batar. En nihayetinde balın içinden çıkamayan karınca yediği balın içinde boğulup gider.

Bizler saf ve temiz bir millettik. Dinine, inancına ve âdetlerine bağlı birbirine kenetlenmiş insanlardık. Güreşte sırtımızı yere indiremeyen batı medeniyeti, bozuk ahlak ve fikirleriyle, gösterişli hayat tarzı ve konforlu evleriyle, bizi çil yavrusu gibi dağıttı. Büyük aileden çekirdek aileye, ondan da yalnız yaşamaya bizi alıştırdılar. Bununla da kalmadı, kanı bozuk bir nesil ortaya çıkıp genlerimizle oynadı. Cinsiyetsiz bir toplum inşasına gitmek isteyen korkunç bir akım, tufan gibi üzerimize yağıyor. İnsanın bitmek bilmeyen arzu ve isteklerinden dolayı da çoğumuz bunların peşine takıldık maalesef. Biz artık yaşlandık evladım. İş bizden geçti. Fakat siz gençler uyumamalı, uyuyanları da uyandırmalısınız. Yoksa hepimiz bu tufanda boğulup gideceğiz. Bir toplumun temeli ailedir. Aileni koru. Modern hayat yerine İslami hayatı kendine şiar edin. Çünkü o, sana en güzel ve en temiz hayatı sunuyor.

Bana gelince… Belim büküldü, gözlerim görmez oldu. İyi ki de görmüyor bunca bozulmuşluğu. Torunlarım bazen benimle eğlenip videomu çekip bir yerlerde paylaşıyorlar. İnsanlar beğeneceklermiş. Benim beğenilecek yanım kalmadı ki kuzum. Şu koca dünyada yerinizi daraltmayayım yeter. Hoş, gerçi maaşım olana kadar birbirimizi idare edeceğiz, kesildiği yerde can da kesilecek damardan ve ben zihnimdeki güzel çocukluk anılarımla terk edeceğim bu dünyayı. Alın sizin olsun bu paylaşamadığınız, uğruna birbirinizi yediğiniz dünya!

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?