Nasihat; sözlükte öğüt vermek, iyi ve hayırlı işlere davet, kötü ve şer olan şeylerden nehyetmek, bir işi sadece Allah rızası için yapmak, yırtık olan elbiseyi dikmek, balı mumundan süzüp arındırmak gibi çok çeşitli ve muhtevalı manalar ifade eder. Kur’ân’ı Kerîm’de yaklaşık 120 ayette; öğüt ve nasihat etmenin öneminden, nasihati dinlememenin tehlikelerinden, nasihat etmenin adabından söz etmektedir.
Tanımdan yola çıkacak olursak; hayırlı işlerin yaygınlaşması ve kötülüklerin önlenmesi, güzelliğin görülüp çirkinlikten yüz çevrilmesi, bir elbise misali tabir yerindeyse toplum içindeki söküklerimizin dikilmesi, bal gibi topluma fayda verecek ve hastalıklarımızın şifa bulması için nasihat, olmazsa olmazımızdır.
Eksik yanımızı tamamlamak, yanlışımızı düzeltmek, hatalarımızı azaltmak, günahlarımızdan uzaklaşmak nasihatlere karşı alıcılarımızın açık olmasına bağlıdır. Bir toplumda ya da insanda uyarılara rağmen düzelme olmuyorsa; hatalar, günahlar devam ediyorsa toplumsal ve insani krizler kapıdadır demektir. Allah cc şöyle buyurmaktadır: “Nasihatçilerin nasihatlerini unuttukları zaman biz de onları kötülükten nehyedenleri kurtardık, zulmedenleriyse, emirden çıktıkları için pek şiddetli bir azaba uğrattık.” (Ârâf, 165) Rabbimiz, bazen toplumsal bazen de bireysel musibetlerle bizleri imtihan eder ki; kendimize çeki düzen verelim. Bundan dolayı Rabbimiz bizleri şöyle uyarmaktadır: “Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya çarptırılıyorlar da sonra tövbe etmiyorlar ve nasihat alıp (ders çıkarıp) düşünmüyorlar.” (Tövbe, 126)
Bela ve musibetlere duçar olanların ya da uyarı ve nasihatlere kulak kesilenlerin, kendine pay çıkaranların, nefis muhasebesi yapıp kendini ıslah edenlerin durumu; tedaviye cevap veren hastanın durumu gibidir ki, iyileşmesi umulur. Fakat bu durumun dışında tavır takınanların, uyarıdan nasibini almayanların, hallerini düzeltmeyenlerin durumu; tedaviye cevap vermeyen, ilacın ve müdahalenin fayda vermediği hastanın durumu gibidir ki, hasatlığı ilerler ve ölümü kaçınılmaz olur.
Nasihati Vazife Bilenler Kurtarır ve Kurtulur
Peygamber’in (sav), Müslüman’ın Müslüman üzerinde altı hakkından biri olarak “nasihat etmeyi” zikretmesi önemli bir noktadır. Dinin nasihat boyutunu ıskalayan, Müslümanı kendi haline bırakan, bildiği doğruları Müslüman kardeşine anlatmakta gevşek davranan ya da bu nasihati yapmayan kişi; kıyamet günü bu görevlerini yerine getirmediği için Müslüman kardeşlerinin kendisinden şikâyetçi olmasına sebep olacaktır. Nasihat bir görevdir, tıpkı diğer ibadetler gibi. Bunu yaparken taşlansa da kınansa da bu vazifesinden geri duramaz. Namaz kılmayan birine “namaz kılması istendiğinde” tepkiyle karşılaşanın namazı bırakması nasıl ki abes ise; nasihat edenin de nasihati bırakması o derece abes bir durumdur.
Din, nasihattir diye ısrarla bizleri uyaran Peygamberimiz; nasihat boyutunuz eksikse dininizi eksik yaşıyorsunuzdur demek istemiştir. Din, nasihat ise; nasihate icabet etmeyen dinden yüz çeviriyor demektir. Asr Suresi’nin mesajı bundan dolayı önemlidir. Zararda olan insanlık, “ancak birbirine hakkı tavsiye etme” vasfını kuşanarak bu zarardan kurtulabilir. Bu özelliği kuşanmayan cemiyetler, kurum ve kuruluşlar, devletler zarardadır. Nasihati kuşananlar, ümmet ve insanlık için bir umuttur. Yalnız da olsak yandaş bulamasak da hakkı söylemeye, hakka taraf olmaya mecburuz. Yasin Suresi’nde; şehrin öbür ucundan koşarak gelen ve halkına “size gönderilen bu elçiye uyun” (Yâsîn, 20) diye nasihatte bulunan kişi, “koca şehirde benden başka kimse yok mu, bu iş riskli bir iş, halkın büyük kısmı bu elçiye karşı duruyor, konjonktür bunu gerektiriyor” diye düşünseydi, Kur’ân’ı Kerîm’de Allah’ın övgüsüne mazhar olabilir miydi?
Taif’te insanların kurtuluşu için kapı kapı dolaşıp kendisine atılan taşlara göğüs geren bir Peygamberin; laf atarlar korkusuyla nasihati terk eden ümmeti olmuşuz. “Sizler, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz” diye buyuran Rabbimiz, ayetin devamında “Çünkü iyiliği emredersiniz, kötülükten alıkoyarsınız…” (Âl-i İmrân, 110) buyurarak hayrın, üstünlüğün, Allah’ın desteğini almanın kaynağını; iyiliğe taraf olma, nasihatten yana inisiyatif alma olduğunu vurgulamıştır. Kurtarıcı olarak gönderilen bir topluluk, eğer bu vasfını unutursa, vazifesini yerine getirmezse tabir yerindeyse görev ihmalinden ceza alması kaçınılmaz olur. Müslümanlar olarak ya kurtarıcı olma rolünü kuşanır ve gereğini yaparız ya da “İsrail oğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!” (Maide 78-79) ayetinin tehdidi ile karşı karşıya kalırız.
Nemelazımcılık Felakettir!
Evet, nasihatin risk boyutuna takılmadan, kar-zarar hesabına girişmeden uyarmayla ve uyandırmayla mesulüz. Suçlu, sadece suç işleyenler mi? Uyarının hakkını vermeyenler de bu suçlarda pay sahibi değiller mi? Dünyanın adeta bir köye dönüştüğü şu zamanda hayır da şer de bir anda milyonlara ulaşabilmektedir. Dünyanın neresinde olursa olsun az ya da çok yapılan yanlışlardan insanlık olarak bir zarar görüyoruzdur. Bugün yaşadığımız salgın hastalık gösterdi ki, kötülüklere ve yanlışlara engel olma becerimiz yoksa bir süre sonra kendimizi korumamızın mümkün olamayacağı durumlar ortaya çıkabilmektedir. Hatalar içinde debelenenlerin “her koyun kendi bacağından asılır” bahaneciliği, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” bencilliği; insanlığa kaos, huzursuzluk ve hüsrandan başka bir şey getirmedi ve getirmeyecek. “Nefsimi elinde tutan Allah’a andolsun ki, ya ma’rufu emreder ve münkerin önüne geçersiniz, ya da yüce Allah’ın katından üzerinize bir azap göndermesinden korkulur ki, o zaman O’na dua edersiniz de sizin dualarınıza icabet etmez” uyarısının altında yatan neden de budur.
Behlül Dana’nın her gün halka doğru yolu göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Harun Reşit’e gidip;
“Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır” diyerek Behlül’ü şikâyet etmişler. Bunun üzerine Harun Reşit, Behlül Dana’yı çağırtıp, halkın şikayetini ve isteklerini kendisine bildirmiş.
Behlül Dana hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etmiş. Birkaç koyun alıp kesmiş, bacaklarından mahallenin ortasında bulunan evinin bahçesindeki ağaçlara ve bahçenin köşelerine asmış. Bunu gören halk gülerek; “Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zaten” demişler.
Aradan günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokmaya başlamış ve bu kokudan bütün mahalleli rahatsız olmaya başlamış. Mahalle kokudan durulmaz hale gelince, aynı kişiler Harun Reşit’e gidip, bu defa kokudan rahatsız oldukları durumu anlatmışlar.
Harun Reşit, Behlül Dana’yı çağırtıp “Behlül Dana bu ne haldir?” diye sorduğunda:
Behlül Dana demiş ki;
“Ben bir şey yapmadım, onlar değil miydi her koyunun kendi bacağından asıldığını söyleyenler? Ben de onlara kendi bacağından asılmış koyunları gösterdim. Kendi bacağından asılmış koyunlardan onlara ne ki, niye rahatsız olmuşlar!”
Nasihati Terk etmek Hüsrandır
Müslümanın güdülecek bir koyun, ümmetin bir yığın olmadığının göstergesi nasihat eder durumda olmasına bağlıdır. Uzaya seyahat de etsek, insan gibi konuşan ve hareket eden robotlar da üretsek, milli geliri milyon dolarlara da yükseltsek nasihatleşmeyi terk eden bir toplum olmuşsak hüsranımız kaçınılmazdır.
Camide imamın her namaz öncesi “lütfen cep telefonlarınızı kapatın” uyarısına rağmen camilerimizde her vakit cep telefonları çalmaya devam ediyorsa, saftaki boşlukları düzeltmek için yanımızdaki Müslümanın tepkisinden çekindiğimiz için uyaramıyorsak ya da bize yapılan bir uyarıyı kaldıramıyorsak hüsranımız kaçınılmazdır. Ahlaki yozlaşmayla mücadeleyi Diyanet’e, çevre temizliğini belediyeye, suçları önlemeyi emniyete havale edip sadece bize dokunana çığlığı basıp bize dokunmayana ya seyirci ya da yüz çeviren oluyorsak hüsranımız kaçınılmazdır.
Gün geçtikçe kötülüklerin ve kötülerin artması; iyilerin ve iyiliklerin azalması, nasihat bilincini yitirmiş olmamızın bir sonucudur. Mekke’de aktif iyileri temsil eden Peygamber (sav) ve ashabı, her gün boğazına kadar şirke batmış olanlardan birer ikişer kişi kazanıp toplumu düzeltirken bugünün pasif iyilerini temsil eden biz Müslümanlar, her gün kendi saflarımızdan birer ikişer kurban veriyoruz. Bu saf değiştirenler bazen komşumuz, bazen çocuğumuz, bazen eşimiz olabiliyor. Hz. Lokman gibi “Ey yavrucuğum” diye ailemize; gönderilen bütün peygamberler gibi “Ey kavmim” diyerek topluma yönelmek durumundayız. Aksi halde Allah cc, kalplerimizi birbirine benzetecektir. Ebu Abdullah İbn Mes’ud Peygamber’den (sav) şöyle rivayet eder: “İsrail oğullarına giren ilk noksanlık şuydu: Adamın biri, günah işlemekte olan birisine rastladığında ona: Ey adam, Allah’tan sakın ve yapmakta olduğun kötü işi bırak. Bu sana helâl değildir, derdi. Ertesi gün tekrar o adama aynı haldeyken rastladığında, onun bu durumu, kendisiyle beraber yiyip içmesine ve oturmasına engel olmazdı. Onlar böyle yapınca, Allah onların kalplerini birbirine benzetti” Sonra Peygamber (sav) şu ayeti okudu: “İsrail oğullarından inkâr edenler, Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanetlenmişlerdi. Bu, başkaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!” (Mâide, 78-79)
Bundan sonra da Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Hayır, Allah’a and olsun ki sizler mutlaka iyiliği emredecek, kötülükten sakındıracaksınız. Sonra da zalimin elinden tutacak, onu hakka meylettireceksiniz. Ya da böyle yapmadığınız takdirde Allah kalplerinizi birbirinizinkine benzetecek sonra da onlara lânet ettiği gibi, size de lanet edecektir.”
Gemiyi Batırmak da Batmasına Seyirci Kalmak da Suçtur
İnsanlık bir gemide seyahat eden yolcular misalidir. Bu geminin selametle kıyaya varması, içinde olanların uyarma ve uyarıları dikkate alma disiplinlerine bağlıdır. Uyaranın ve uyarılanın bu duruma karşı tavrı, geminin batıp batmamasını doğrudan etkilemektedir. Bu hafife alınacak bir durum değildir. Yapılan uyarılara kayıtsız kalmak, ağırdan almak, suç işlemeyi özgürlük ve hürriyet; uyarıları da hürriyet ve özgürlüğünün kısıtlanması olarak görmek gemiyi delmek, batırmaya yeltenmek demektir. Yapacağı uyarıyı zarar görürüm, tepki alırım, rahatım kaçar, uyaracak bir ben mi kaldım, başkası yapsın bu işi gibi düşüncelere kurban vermek; geminin batmasına suç ortağı olmaktan başka bir şey değildir.
İyilerden olup geminin sessiz sedasız yolcuları olarak kalmak, bu gemiyi batmaktan kurtaramayacaktır. Namazı, orucu terk etmenin mümkün olmadığını düşündüğümüz gibi nasihat ve uyarıyı da terk etmenin mümkün olmayacağı şuurunu kaybetmemiz, geminin su alıp batmasına sebep olacaktır. Artan madde bağımlılığı, ahlaki yozlaşma, şiddetin tırmanışı, güvenliğin azalması, hırsızlığın-arsızlığın önü alınamaz boyutlara gelişi geminin su aldığını göstermektedir. Tüm insanlığı ilgilendiren bu önemli durumu Peygamber (sav) şöyle ifade etmektedir: “Allah’ın emirlerine uyanlarla uymayanların durumu, bir gemi için kura çekenlere benzer. Bir bölümü geminin üst kısmına düşmüş, diğerleri de alt kısmına düşmüştür. Alt kısımda kalanlar, su ihtiyacı olduğu zaman üst güverteye çıkıp su ihtiyacını gidermektedirler. Onlar şöyle derler: ‘Bizim bölümden bir delik delelim de üsttekilere eziyet etmeyelim.’ Eğer üsttekiler, onlara ilişmez de serbest bırakırsa, hepsi helâk olur. Ellerinden tutup engel olurlarsa onlar da kurtulur, kendileri de.”
Geminin üstünde olduğu için kendisinin güvende olduğunu zannedenlerin; alttakilerden kısa bir süre sonra boğulmayı güvenlik zannederek sessiz kalması kadar acınacak bir durum olabilir mi? Geminin altında olan madde bağımlılığına, fuhuşa, hırsızlığa, ahlaksızlığa sessiz kalanların; kısa bir süre sonra aynı kötülüklerle kuşatılacağını bilmeyecek kadar idrak yoksunu olması acınacak bir durumdur.