Ölüm her insanın kaderinde vardır. Her nefis ölümü tadacaktır. Doğmak gibi, yaşamak gibi, yaşlanmak gibi ölüm de insana ait bir gerçekliktir. Fakat insan; yaşamak varken, dünyanın lezzetlerini tatmak varken ölümden hoşlanmaz ve ondan kaçmak ister. Ancak bunun tersi olan durumlar da vardır. Ölümün hayattan daha çok sevildiği, ölümün hayata tercih edildiği anlar. “Sizin, hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü seven bir orduyla size geldim.” diyen Halid bin Velid’in sözleri bu gerçekliğe işaret etmektedir.

Ölümü hayattan daha çok sevmek… Elbette böylesi bir sevginin, böylesi bir tercihin bir kriteri olmalıdır. Demek ki ölümden daha büyük bir getirisi olan bir şeyi aramak, bulmak lazım. Eğer bunu anlamanın bir yolu varsa o da yine bu yolu tercih edenlerin hikâyelerine bakmaktan geçer.

Amir bin Füheyre
Bedir ve Uhud savaşlarına katılan Amir, hicretin 4. yılında Necidliler’e gönderilen yetmiş kişilik irşad heyetinde yer alır. Heyet Bir’i Maune’ye geldiğinde tuzağa düşürülür. Cebbar b. Sülma’nın attığı mızrak, Amir bin Füheyre’nin sırtından girip göğsünden çıkar. O anda Amir, “Kazandım vallahi!” diye haykırır ve ruhunu teslim eder. Amir’in son nefesindeki bu sözüne bir mana veremeyen Cebbar, yaşadığı bu olay üzerinde günlerce düşünür. “Savaşı kaybeden o, yenilen o, öldürülen o, dünyayı, sevdiklerini bırakıp giden o. Nasıl olur da kazandım iddiasında bulunabilir, o neyi kazanmıştır ki?” Ve sonunda Cebbar anlar. Ölüm insan hayatının sona ermesidir, ama Amir’in ölümü başkadır. Onun ölümünde sonsuzluk, saadet ve bitip tükenmeyen ecirler vardır. Amir’in ölümünde en sevdiğine kavuşmak, O’nun lütuf ve ikramlarına nail olmak, hiç ölmeden yaşamak vardır. Onun ölümünde inandığı dinin, uğrunda mücadele ettiği davanın vaatleriyle buluşmak vardır.

“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma! Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleriyle sevinçli bir halde rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar.” (Ali İmran, 169-170)

Abdullah bin Cahş
Uhud Savaşı’nda Abdullah bin Cahş ve Sa’d bin Ebi Vakkas’ın aralarında şöyle bir konuşma geçer. Sa’d (r.a.) bu konuşmayı şöyle nakleder:
“Uhud günü çarpışmaların çok şiddetlendiği bir andı. Abdullah bin Cahş yanıma sokuldu, elimden tuttu, beni bir kayanın dibine çekti ve “Şimdi burada sen dua et, ben âmin diyeyim. Ben dua edeyim, sen âmin de…” dedi. Ben de peki dedim. Ben şöyle dua ettim:
“Allah’ım! Benim karşıma çok kuvvetli çetin birini çıkar. Onunla kıyasıya çarpışayım, onu öldüreyim ve gazi olarak geri döneyim.” dedim. O da âmin dedi. Sonra kendisi dua etmeye başladı ve şöyle yalvardı:

“Allah’ım! Beni güçlü, kuvvetli, iyi vuruşan biriyle karşılaştır. Senin yolunda onunla kıyasıya vuruşayım ve onu öldüreyim. Sonra birisi beni şehit etsin, burnumu, kulağımı kessin. Kanlar içinde senin huzuruna varayım. Sana kavuştuğumda. Sen bana “Abdullah! Burnunu, kulaklarını ne yaptın?” diye sorasın. Ben de Ya Rabbi! Ben onlarla çok kusur işledim. Senin huzuruna getirmeye utandım. Senin ve Peygamberinin yolunda onlar kesildi. Toza toprağa bulanarak huzuruna geldim, diyeyim” dedi.

Böyle bir duayı kendisi istediği ve önceden söz verdiğim için ben de âmin dedim. Daha sonra kılıçlarımızı çektik, savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O yiğitçe çarpışarak düşman safları arasına daldı. Şehitlik özlemiyle hamle üstüne hamle yaptı. O kadar kahramanca çarpıştı ki, bir ara kılıcı kırıldı. Sevgili Peygamberimiz onu gördü ve hemen bir hurma dalı uzattı.

Böylece savaşa devam etmesini istedi. O yiğit kahramanın elinde bu dal bir kılıç oldu, onunla vuruştu. Fakat kendisi de sayısız oklara maruz kaldı ve şehadet şerbetini içti. Kâfirler onun cesedine hücum etti. Burnunu ve kulağını kesti. O, isteğine kavuşmuştu. Sevgili Peygamberimiz onu gözyaşları arasında “Şehitlerin Efendisi” Hazreti Hamza (r.a.) ile aynı yere defnetti.

Enes bin Nadr
Bedir Savaşı’na katılamayan Enes (r.a.) hep şöyle dua ederdi: “Ey Rabbim! Önüme bir Bedir daha aç, ta ki kusurumu affettireyim, borcumu ödeyeyim!”

Enes bin Nadr, dilinde hep bu dua ve yalvarışla birlikte bir gün Resulullah’ın huzuruna çıkar. “Ya Resûlallah, müşriklerle yaptığınız ilk muharebede hazır bulunamadım. Eğer Allah beni müşriklerle karşılaştıracak olursa, onlara ne yapacağımı Allah bilir!” der. Nihayet bu isteği gerçekleşir ve Uhud Savaşı’na katılır. Uhud günü öyle bir cenk eder ki düşman ondan kaçacak delik arar. Savaş tam kazanılmak üzere iken Resûlullah’ın şehit edildiği haberi ortalığı kasıp kavurur. Hz. Enes, elindeki kılıçla düşmana doğru koşarken o esnada bir grup Müslüman’ın bir kenarda oturduklarını görür. “Ne oturuyorsunuz?” diye sorunca “Resûlullah şehit edilmiş!” dediklerinde Hz. Enes, “Resûlullah’tan sonra siz sağ kalıp da ne yapacaksınız? Muhammed öldürüldüyse, onun Rabbi de öldürülmedi ya! Kalkınız, Resûlullah’ın çarpışarak canını feda ettiği şey üzerinde siz de canınızı feda ediniz!” diye cevap verir. Sonra da dağılan Müslümanları göstererek “Ya Rabbi! Bunların yaptıklarından dolayı senden af dilerim!” diyerek mahcubiyetini ifade eder, müşriklere de işaret ederek “Bunların yaptıklarından da sana sığınırım, ey Rabbim!” diyerek düşman üzerine saldırır. Savaş bitinceye kadar artık onu gören olmaz. Savaştan sonra da bulamazlar. Yalnız şehitler arasında kulağı, burnu kesilmiş, dudakları koparılmış, gözleri oyulmuş, vücudunda seksen kılıç, süngü ve ok yarası bulunan, yüzü gözü birbirine karışmış bir ceset vardır. Kime ait olduğunu kimse bilmez. Nihayet kız kardeşi, ayak parmağındaki bir işaretten tanıyarak onun Enes bin Nadr olduğunu söyler.
Enes bin Malik der ki: “Müminler arasında öyleleri vardır ki, Allah’a verdikleri söze sadık kaldılar, bu uğurda onlardan bir kısmı can verdi.” (Ahzab, 23) mealindeki ayetin, amcam Enes bir Nadr ve benzerleri hakkında nazil olduğu kanaatindeydik.”

Ve Diğerleri
İslam’ın ilk şehidi Hz. Sümeyye; şehadet özlemiyle yanan, yaşına, kadınlığına bakmadan Kıbrıs’a şehit olmaya giden Ümmü Haram; yedi çocuğunu şehadete gönderen Ümmü Seb’atü’ş-Şüheda (yedi şehit annesi) Hz. Sümeyra; “Uhud’un ardında cennet var, cennetin kokusunu alıyorum.” diyerek düşmanın ortasına dalan, kanının son damlasına kadar savaşıp, şehit düşen Sa’d bin Rebi; “En büyük arzumuz Allah yolunda şehit olmaktır.” diyerek ömrünü bu istikamette harcayan, bu niyetine ve isteğine kavuşan Hasan el Benna; “Düşmanlarım bana ne yapabilirler ki, ben cenneti yüreğimde taşıyorum, öldürülmem şehadettir.” diyen ve şehadeti tadan Muhammed Mursi; dininden, davasından dönmediği için darağacında, idam sehpasında şehit edilenler; suikasta uğrayanlar ve daha nice hikâyeler, nice kahramanlar, nice şehitler…

Her ölüm geride kalanlara bir ibrettir. Her ölüm arkadan gelecekler için bir mesajdır. Şehitlerin bıraktıkları mesaj ise bambaşkadır. Her şehidin geride kalanlara bıraktığı mesajda dünya hayatından daha güzel, daha sonsuz, daha bahtiyar olunacak ebedi bir hayat müjdesi vardır. Şehidi ölüme götüren, ona ölümü tercih ettiren öyle bir duygu, öyle bir coşkudur ki onun karşısında ölüm bile duramaz. Şehadet öyle bir arzudur ki hayat bile yanında sönük kalır; nefes almak, dünyanın lezzetlerini tatmak, sevdiklerinle gün geçirmek yeterli gelmez. Şehide göre ölüm bir son değil yeni ve sonsuz bir hayatın başlangıcı demektir. Şehidin ölümü yok olmak değil; sonsuzluğun içinde, sonsuz nimetler içinde Rabbin bağışına ve ikramlarına kavuşmak demektir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?