Kavram haritaları bağlamında, “Özne, Özgür, Özgün, Özgüven ve Özeleştiri” kavramlarını incelediğimizde, bu kavramların aynı kökten türeyen ve birbirini tamamlayan kavramlar olduğu görülecektir. Bu kavramlar, mikro evren demek olan insanla ilişkilidir. “Özne” başat kavram olarak etkendir ve etkindir.
“Nesne” ise edilgen ve omurgasızdır. Irmağa kendini kaptıran çerçöp, sahibini izleyen gölge, özetle hiçbir iradesi ve yaptırım gücü olmayan her şey nesnedir. Örneğin gölgenin sahibine, “arkadaş, artık seninle yürümek istemiyorum, karşıt yönde yola revan olmak istiyorum” deme hakkı ve iradesi yoktur. Zira gölge, özne değil nesnedir. İradesini başkasına devreden, aklını kiraya veren, “ben bilmem o bilir” diyen kişi, özne vasfını yitirir, nesne olur.
“Özne” olmak; özünün, varlığının farkında olmak, akıl edebilmek, tefekkür edebilmek, tasavvur edebilmekle mümkündür. “Özne” olmanın olmazsa olmaz şartı, özgür olmaktır. Buradaki özgürlük, fiziksel özgürlükten ziyade zihinsel özgürlüktür. Burada zindanda da olsa zihinsel olarak özgür olan kişi, öznedir. Aksine sarayda da olsa, aklını ve iradesini kiraya veren kişi, özne değil nesnedir.
“Özgün” kişi, kendine has duygu-düşünce ve duruşu olan, sahip olduğu bilgi ve beceriyi kendine has tavrıyla ve belli bir perspektifle bilince çeviren ve bu bilinci bir davranışa ve karaktere dönüştüren kişidir. Özne olma iradesine sahip özgün bir iş insanı, ulusal ve uluslararası bazda özgün ihracat ve ithalat işlemlerini yapar. Özne olma iddiasındaki bir bilim insanı ya da bir araştırmacı, özgün eserler ortaya koyar. Özne olma iddiasındaki bir siyasi, özgün politikalar üretir ve ülkesinin geleceğini düşünürken “uzun farları yakarak” ilerler. Geleceğe dair özgün planları, projeleri ve projeksiyonları olur. Bütün bunları yaparken bir “özgüvene” sahip olmak gerekir. Zira bilinmektedir ki “özgüven”, “özne” olabilmenin psikolojik karşılığıdır. “Özne” olduğunun bilincinde olan, zihinsel manada “özgür” olan, ortaya koyduğu plan-proje ve projeksiyonlarla” özgün” değerler ortaya koyan, özünün ve varlığının ne olduğunu idrak edebilen, akledebilen, tefekkür ve tasavvur edebilen, sahip olduğu bilgi birikimiyle “özgüven”i kazanmış kişi, her zaman kendi kendini sorgular, artılarını ve eksilerini hiçbir komplekse, kibre ve gurura kapılmadan değerlendirir ve bu bağlamda “özeleştiri” yapar.
“Özeleştiri, kişinin kendisiyle yüzleşmesidir.” İnsanın kendisini tam anlamıyla tanıması için bir “iç yolculuğa” çıkması hâlidir. Bu yolculukta, kendisini dinleyecek, “nefis muhasebesi” yaparak kendisini ölçecek, tartacak ve değerlendirecektir. Bu yolculukta kendisini objektif olarak değerlendirenler, kendi özlerini daha yakından tanıma fırsatını elde ederler. Bu yolculukta istişareye önem vermek, istişarenin “ortak akıl yolculuğu” olduğunu bilmek, bu yolculukta yoldan önce yolcuyu-yol arkadaşını seçmek, bu seçimde alabildiğine titiz davranmak gerekmektedir. Bilge insan Muhyiddin Şekûr der ki:
“İnsan ancak dostları kadar büyür, dostları kadar gelişir.
İnsanın çapı, dostlarının çapı kadardır.
Bir insanla dost olmak, geleceğinizi o insana emanet etmektir.
Dostlarımızın boyasıyla boyanır, ahlakı ile ahlaklanırız.
Kişinin kalitesini, dostları belirler.
Kim olduğunu bilmek isterse, kimlerle dost olduğuna bakmalı insan.”
Adaletin önderi Hz. Ömer’in dediği gibi, “Kişinin dostu; aklının kılavuzudur.” “Aklımızın kılavuzunu” seçmede titiz olmamız, geleceğimizin inşası bakımından son derece önemlidir.
Eleştiriden korkmamak gerekir. İki türlü eleştiri vardır: Olumlu-yapıcı eleştiri, olumsuz-tahrip edici eleştiri. Olumlu-yapıcı eleştiride farklı akıllar-düşünceler yüzleşir, tanışır ve birbirlerine katkı sağlarlar. Çünkü bu yüzleşmede hayırlı bir yarış vardır. Bu yüzleşmede, muhatabını incitmeden, eksilerini artıya dönüştürerek ona katkı yapmak vardır. Hatalar sinsidir. Sahibini sırtından sokmaya çalışan akrebe benzer. Sırtında akrep bulunan kişiye, “değerli kardeşim! Sırtında akrep vardır. Dikkat et, silkin ve at!” derse, muhatabı elbette ki teşekkür eder. Olumlu-yapıcı eleştiri de bu maksatla olur. Olumsuz-tahrip edici ve önyargılı eleştiride ise, hedef muhatabının eksilerini artıya dönüştürmek değil onu tamamen imha etmektir. Amaç bu olunca netice de hayırlı olmaz. Namık Kemal der ki: “Musademe-i efkârdan bârika-i hakikat doğar.” Yani fikirlerin çatışmasından hakikat şimşeği doğar. Yağmur yüklü bulutlar, karşılaşıp çarpıştıklarında önce bir şimşek çakar, sonra yağmur, kar ya da dolu yağar. Bu yağan yağışlar toprağa bereket, canlı organizmalara hayatiyet kazandırır. Tek başına hareket eden ve hiçbir bulutla karşılaşmayan bir buluttan yağış beklenmez. Bu örnek bizlere şunu gösterir ki olumlu-yapıcı bir perspektifle; akıl-fikir ve tasavvur yüklü zihinler karşı karşıya geldiklerinde, yüzleştiklerinde, tıpkı şimşeğin çakması gibi hakikat şimşeği çakar ve yepyeni fikirlerin, tasavvurların doğmasına vesile olur. Kültürel önyargılardan arınarak kategorik “ret ve kabul” anlayışından sıyrılarak tahayyül dünyamızı alabildiğine genişleterek ve kendimiz kalarak özgüven içerisinde “ötekine” açılmayı öğrenmek durumundayız.