“Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdür.” (Kehf/ 46)
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla…
Akşam yatsı namazımızı kılıp yatağa geçince bir arkadaşımız “eyyâmı bîd”in (her hicri ayın 13-14-15. günleri) son günü olması hasebiyle “Sahura uyanalım güzel bir kahvaltı yapıp yarın orucumuzu tutalım” dedi. Bu şekilde kendimizi uykuya teslim etmiştik. Sahura uyandık ama rabbani bir alarm ve masajla uyanmıştık. Uykudan uyanmışlığın getirdiği sersemlikle başta ne olduğunu anlamadık. Aile üyeleri evin farklı yerlerine dağılmış herkes kendini korumaya çalışıyordu. Depremin durduğu ilk anda kendimizi hemen dışarı attık. İlk önce açık bir alana sonra da aracımıza geçmiştik. O sabah herkesin dilinde aynı cümle dönüp dolaşıyordu. “Eğer siz sabah namazına kalkmıyorsanız Allah sizi kaldırmayı bilir.”
O gün herkeste aynı duygular vardı. Korku, endişe, bilinmezlik. İnsan, ne kadar aciz olduğunu anlıyor, bir köşeye çekilip baştan beri yapması gereken fiili yapıyor. Çenesini eliyle avuçlayıp olan biteni izliyor. Hiç kimse yarının ne getireceğini bilmiyordu ama herkes ölümden emin bir şekilde yatmıştı. Allah, içimizden modernizm ve sekülerlik ile alınan Allah korkusunu bize kahhar sıfatıyla tanıttı.

Saniyeler içinde evimiz yıkıldı, sevdiklerimiz vefat etti. Sadece biz ve rabbimiz kaldık. Hem yüce rabbimiz aziz Kur’ân’da “Mal ve evlatlar dünya hayatının süsüdür” buyuruyordu. Bütün süsümüz saniyeler içinde yok olup gitti, salih amelimizden başka hiçbir şey kalmadı. Herkes kendi nefsine dönmeli, “Kalpleri yürekleri sarsıp bedenleri enkaz altında bırakan bu depremi hak edecek ne yaptım?” demeli. Fâni dünyam başıma yıkılırsa başımı koyacağım başka bir dünyam var mı? diye düşünmeli ve o dünyaya hazırlık yapmalı. Bir anda anlamsızlaştı her şey ve yeni anlamlar öğrendik. Anladık faninin nasıl yıkıldığını, Allah’ın celalini, insanların içindeki vicdan hareketlerini, kırmanın, üzmenin vakti olmadığını, sevmeye bile yetmeyecek kısıtlı zamanımızın olduğunu, kırmadan dökmeden yaşamanın ne kadar mühim olduğunu… Yeni idrak ettik, “ölmeden önce ölün” hadisini, yeni kavradık rabbimizin istediğini zelil istediğini aziz kılacağını. Şimdi anladık tövbeyi, istiğfarı, Allahu ekber demeyi. İşte o gün yitirdi anlamını ölüm. Ölüm bile ölümden korkar oldu.

Yardım getirdik, dağıttık, çadır kurduk, yaralara merhem olmaya çalıştık ve kefenledik…
İnsan kefenledik. Hiçbir değeri kalmamıştı insanın. Saçlarının güzelliği, boyunun uzunluğu, gözlerinin rengi, malı, mülkü anlam barındırmıyordu artık. Hepsi eşitlendi aynı kefenlerle, aynı boyuttaki mezarlara alelade kepçeyle gömülmekle… Mezarın başında eski bir tahtayla gömüldüler.

Yakınlarının “Ciğerim!” diye bağırışları hala kulaklarımda çınlıyor. Sabah uyansalardı ne planları vardı acaba? Barışmayı düşündükleri birileri var mıydı, sadaka vermeyi düşünüyorlar mıydı, ya da anne babalarını ziyaret etmeyi. O gün çok farklıydı, mahşer gibiydi. Yarının ölüsü bugünün ölüsünü taşıyordu. Hayatta olsalardı konuşmaya çekindiğimiz insanların cesetleriyle konuştuk, sohbet ettik, Resulullah’a selam götürmelerini istedik. Çünkü iman etmiştik, onlar şehitti ve Peygamber’i (s.a.v) göreceklerdi.
Kalbimizde kimsenin fark etmediği, hiçbir makinanın enkazını kaldıramayacağı depremler yaşıyorduk. Tarif edilemez gibiydi. Ölen bizdik, insanlığımızdı, enkaz altında kalan cahilliğimizdi, dünyaya verdiğimiz önemdi, yıkıldı kalbimizin sokakları, yarıldı yüreğimizin caddeleri.

Sahi ölümün tadı var mıydı, insanın üstüne sinen bir kokusu var mıydı? Ne de çok çıkardık en büyük gerçeği hayatımızdan. Nasıl hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşadık. Biz unuttuk, o bizi unutmadı. Çekinmedi, utanmadı, alacağını alıp gitti. Bize ibret almak, hikmet gözüyle bakıp hayatımızı evamir-i ilahiyyeye göre tertip etmek kaldı. Müminler için bir uyanış ve diriliş vesilesi olsun, rabbim bir daha yaşatmasın. Taşıyamayacağımız dertler vermesin. Bizi salih kullarından eylesin… Âmin..

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?