İnsanlık tarihi bugüne dek birçok katliama tanık olmuştur. Bunlardan bazılarının kayıtları tarihe geçirilmiş, bazıları ise tarihte yer edinememiş ya da bazılarına yer verilmemiştir. Tarih, bu katliamlardan bazılarını hiç görüp duymamış, bazılarının ise üzerini örtüp karanlıkta bırakmak istemiştir. Ortadoğu’da yaşanan Irak-İran Savaşı yıllarca karanlıkta kalan, üstü örtülen bir katliama zemin oluşturmuş; tarih bir katliama daha kayıtsız kalmaya hazırlanmıştır.
Irak’ın kuzeyinde İran sınırının 15 kilometre batısında, başkent Bağdat’ın 241 kilometre kuzeyinde bulunan ve nüfusunun Kürtlerden oluştuğu Halepçe, 1969’dan sonra Baas yönetimini tamamen ele geçiren ve 1979’da resmen ülkenin lideri olan Saddam Hüseyin tarafından insanlık dışı bir katliama sahne oldu. Bu, Saddam’ın Kürtlere yaptığı ilk zulüm değildi. Saddam tarafından 1986’da başlayıp ismini Enfal (ganimet) suresinden alan ve 1988’e kadar süren vahşet silsilesinin son halkasının doruk noktasıydı Halepçe. Ama maalesef dünya bu vahşetlere “iç mesele” diyerek hep kayıtsız kaldı. Daha kötüsü ise İslam âleminin bu vahşetlere karşı takındığı tavırdı. Zira bu katliamlar karşısında İslam âleminden toplu ve ciddi tepkiler gelmemiş, herkes susmayı tercih etmiş ve yetim evlat muamelesi devam etmişti.
Peki, Neden Halepçe?
Baas rejiminin iddia ettiği gibi Halepçe halkı Tahran hükümeti ile işbirliği mi yapmıştı, yoksa tek sebep halkın Kürt olması mıydı? Eğer Halepçe katliamını bu iki sebepten sadece birine bağlarsak Halepçe halkına en büyük haksızlığı yapmış oluruz. Çünkü Halepçelilerin yaşadığı bu insanlık dışı katliamın sebebi bu iki konu ile sınırlı değildi. Kürtler kimliklerinden dolayı zulüm görüyorlardı. Ama Halepçe’nin sebebi sadece etnik kimlik değildi. Eğer sebep sadece bir etnik kimlik meselesi olsaydı, Halepçe’den çok daha kalabalık Kürt nüfusuna sahip şehirlerin vurulması gerekmez miydi? Asıl sebep Halepçe halkının fikirleri ve yaşam tarzlarıydı. Çünkü Halepçe halkı İslami hassasiyeti olan, İslam’ı hayatlarının her alanında yaşamaya çalışan, dini ve kültürel değerlere büyük önem veren bir halk olup Halepçe’yi ilmi ve kültürel alanda bölgenin en önemli merkezlerinden biri haline getirmişlerdi. Bu tutumuyla Halepçe halkı, Kürt sorununu insani temellerde ele alıp İslami değer, yargı, kanun ve tarihe göre çözüleceğini öngörmüş ve bunun için bazı çalışmalar yapmıştı. Ama bu tutumları hem Irak hükümeti tarafından hem de İran hükümeti tarafından hoş görülmemiş, bilakis tehdit olarak anlaşılmıştı ve her iki devlet tarafından da Halepçe halkına verilen rol, karşılıklı bir oyunun talihsiz figüranı olmuştu.
Katliamın Sorumlusu: Kimyasal Ali
Savaş tüm şiddeti ile sürerken Saddam bir taraftan İran ile savaşıyor, bir taraftan da Barzani ve Talabani komutasındaki Kürtler ile savaşıyordu. 15 Mart 1988’de İran ordusu Irak’ın içine doğru bir harekât başlatmış, KYB (Kürdistan Yurtsever Birliği) yani Celal Talabani’ye bağlı Peşmergeler, Süleymaniye kara yolunu tutup Irak askerlerinin bölgedeki iletişimini keserek bölgenin Kürtlerin yönetimine geçmesini sağlamıştı. Bunun üzerine Saddam, Kimyasal Ali lakaplı kuzeni Hasan Ali Mecid’e her türlü yetkiyi vererek Halepçe sorununu çözmesini istedi. Kimyasal Ali komutasındaki Irak ordusu, önce hava saldırısı ardından topçu saldırısı ile topyekûn bir harekât başlattı. Sivillerin hayatlarını hiçbir şekilde önemsemeyen bu saldırı, daha sonra sivil bir katliama dönüşecekti. Bu saldırı ile başladı Halepçe’de feryatlar. “Hewar hewar qîyamete hewar” feryatları ile inledi Halepçe semaları. Ama daha son saldırıyı yapmamış, son noktayı koymamıştı Baas yönetimi.
Elma Kokusunun Kaynağı Elmalar Değil!
Savaş uçakları önce alçaktan uçup kâğıt parçaları atmışlardı. Halk şaşkınlık içindeydi; ama bunu rüzgârın yönünü belirlemek için yaptıkları çok sonradan anlaşılacaktı. Önce havadan bombardıman başladı, sonra karadan topçu ateşiyle vuruldu Halepçe. Amaç barınakları yıkmak, camları patlatmaktı. Ta ki elma kokusu her yere sızsın, girmedik yer bırakmasın. Bombardıman sırasında insanların bir kısmı sığınaklara saklanmıştı. Sonra bomba sesleri değişmiş, atılan bombalardan evlerin içine bir koku yayılmıştı. Garip bir elma kokusu… Çocuklar, annelerine “Dayê! Bêhna sêva tê” (Anne! Elma kokusu geliyor!) diyorlardı. Kokunun kaynağını merak edenler, dışarı çıkıp bakmak istemiş; ama her nefes aldıklarında, ciğerlerinin parçalandığını gördüklerinde, anlamışlardı kokunun kaynağının elma değil aslında kimyasal silah olduğunu. Ve başlamıştı sessiz ölüm. İnsanlar bulundukları yerleri terk ederek bölgeden uzaklaşmaya çalışıyor; ama çok ilerleyemeden oldukları yerde düşüyorlardı. Sığınaklar, evler, duvar dipleri, caddeler, sokaklar, yollar, insanoğlunun kullandığı hangi alanlar varsa cesetler ile doluydu. Yaşananlar tam anlamı ile bir vahşetti Halepçe’de. Ve dillerden dökülen bir haykırış, bir ağıt “Hewar dîsa lime fermane dîsa” diyordu. Çünkü bu, Kürtlerin Irak’ta gördüğü ilk zulüm değildi, son da olmayacaktı.
Halepçe Katliamı sadece insanlara karşı yapılmamış, nefes alan tüm mahlûkata karşı yapılmıştı. Gazdan etkilenen kuşlar, Halepçe semalarından yere mermi gibi çakılıyordu. İnek, öküz, at, koyun hepsi feci şekilde telef olmuş, rüzgâr ne tarafa eserse ölüm de gaz ile birlikte o tarafa esiyordu. Gazın girmediği yer, elma konusunu solumayan kimse kalmamıştı. Her taraf cansız insan ve hayvan bedenleri ile doluydu. O gün orada bulunan Fatma Abdulkadir Abdullah nine yaşadıklarını şu şekilde anlatıyor: “Bir koku hissettik, çocuklar bir koku geliyor dediler. Biri lastik kokusu dedi. Biraz sonra çocuklar yere düşüp kalıyordu. Öyle bir an geldi ki herkes kendinden geçti, ne çocuk annesinden haberdardı, ne de anne çocuğundan… Tam bir mahşer günü gibiydi. Kendimizi bir eve attık. Orada 150’den fazla ceset vardı. Düştüğümüzü hatırlıyorum. Büyük kızım, “Anne, Hemin öldü.” dedi. Ben de çaresizce, “Pencere tarafına biraz geç.” diyebildim. “Anne Hejda da öldü.” dedi. O da başka bir kızımızdı. “Onu da çek içeriye.” dedim. En küçük bebeğim 12-13 günlüktü. Kızım, “O da öldü.” dedikten sonra ben tamamen kendimden geçtim. Gözümü açtığımda etrafımda yaklaşık 100 ceset vardı. İki kızım, “Su” diye bağırıyordu ve biz günlerce cesetler içinde kaldık.”
Nasıl tarif edilebilir ki yaşananlar? Çocukların, “Dayê! Bêhna sêva tê!” deyip can vermesi vahşi bir oyunun vicdansız göstergesiydi. Evet, oyun diyorum çünkü Kürtler kendi topraklarında hak iddia ettikleri için ve İran ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle katledilmişti. Ama Saddam’ın uçaklarının alçak uçuş yaptıkları sırada İran’ın bunlara müdahale etmemesi ve bölgedeki İran askerlerinde gaz maskelerinin olması katliamdan İran’ın da haberdar olduğunu çok açık bir şekilde göstermiyor mu?
17 Mart 1988 sabahına uyanan çok az insan vardı Halepçe’de. Bilanço çok ağırdı. Resmi rakamlara göre çoğunluğunu kadınlar ve çocukların oluşturduğu 5 binin üzerinde insan ya zehirlenerek ya da yanarak şehit olmuştu. Herkesin ailesinden mutlaka birileri şehit olmuştu. O kadar çok ceset vardı ki her bir insan için bir mezar kazmak imkânsızdı. Nitekim böyle de oldu. Ölenlerin kendilerine has bir mezarı olmadı. Halepçe’de içine yüzlerce cesedin defnedildiği dev toplu mezarlar kazıldı. Sağ kalanlardan kimileri Türkiye’ye kimileri ise İran’a göç etti; ama Halepçe’de yaşananlar tüm Kürtlerin dilindeydi ve yıllarca Kürtler arasında Saddam bombaları bir beddua olarak dolaştı. Birisine en ağır beddua olarak “Lawo/keçê topa Seddam li te bikeve” (Saddam’ın bombası seni vursun) diyorlardı. Çünkü daha önce hiç kimse bu kadar korkunç bir olaya tanık olmamıştı. Halepçelilerin dediği gibi yaşananlar mahşere benziyordu. Ama maalesef İslam âleminin çok az bir kısmı hariç Saddam’ın İsrail’e attığı füzeleri görüp onu kahraman ilan ediyordu. Halepçe’ye atılan bombalara karşı gözler kapanmıştı. Halepçeli bir şairin dediği gibi “Ez mirim Helepçê da bêdeng dinav xewê da kesekî ez nedîtim navpelên dîrokê da” (Halepçe’de öldüm, ben sessiz ve uykuda/Beni görmedi kimse tarihin yapraklarında)
Evet, insanoğlunun esfel-i sâfiline indiği yerdir Halepçe…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?