Hakkımı almam lazımdı. Yüzümü saklayıp inanmadığım bir şey için isyan etmedim. Dokuz ay boyunca tavana asılı kaldım. Şerefime ve aileme edilen hakaretler dışında bir şey duymadım. En iyi çözüm ise: Her gün namaz kılıp dua ederek Allah’tan ölmeyi dilemekti! Mahkûmlardan biri askerlere: “İçeride iğne buldular, hapishaneyi patlatacaklar!” dedi. Benim üzerimde çamaşırlarım bile yok. Nasıl patlatayım?
Adım; Ahmed Hamadeh, 30 yaşındayım, Şamlıyım. Devrimden önce marangoz olarak çalışıyordum. 6. sınıfa kadar okudum. 8 Temmuz 2012’de tutuklandım. Suçum (!) rejim karşıtı gösterilere katılmak ve insanları buna teşvik etmekti. 2 Eylül 2013’te hapishaneden kaçtım. İdam cezasına çarptırılmıştım. Ailemin durumu, okumam için yeterli değildi. Bu yüzden çalışmam gerekiyordu. Devrim başlayıncaya kadar marangozluk yapıyordum. O zamanki düşünce tarzım tamamen özgüvensizlik üzerine kurulmuştu. Sadece yiyip içerdim. Ayaklanmalara katılmamdaki ilk sebep annemdir. Yaşlandıkça hastalıkları artıyordu. Ben işteyken evden aradılar. “Hemen gel, annene bak!” dediler. Bir gittim ki cildi masmavi olmuş. Duma Devlet Hastanesine gidebileceğimiz bir araba bulduk. Acil servise vardığımızda ne bir doktor, ne de başka bir kimse vardı. Bağırmaya başladım. Beş dakika sonra içeriden bir erkek ve bir bayan doktor geldi. “Onu alacak yerimiz yok!” dediler. Ben de sinirlendim ve tepki gösterdim. Onlar da güvenlik güçlerini aradı. Duma Hastanesinde askeri bir birlik ve bir de emir subayı vardı. Beni dövmeye başladılar. Emir subayı başımı ayağıyla öyle ezdi ki kan geldi resmen. Sadece annemin hastaneye yatırılmasını istemiştim. Annem beni öyle görünce neredeyse ölecekti. Ne yapacağımı, bu rejimle nasıl baş edileceğini biliyordum. Kafamdan ayağını çektim, elimi cebime götürdüm ve dursun diye bütün paramı çıkarıp verdim.
Mısır’daki ayaklanmadan sonra içimizde çok gizli bir hareketlenme oldu. Sonrasında ilk kıvılcım El-Hariga’da parladı. Dera’daki ayaklanmalarla da iyice büyümeye başladı. Der’a ayaklanmasından bir-iki hafta sonra yaklaşık 15 kişiydik. 25 Mart 2011’de Hammuriye’ye ilk gösterimizi yapmaya gittik. Cuma namazı bitiminde bir adam, Der’a hakkında konuşma yapmak için ayağa kalktı. Çok kalabalık bir cemaat vardı. “Özgürlük istiyoruz.” dedi. Ben de “Özgürlük istiyoruz” dedim. Bir başkası da bana katıldı. Böylece özgürlük isteyen 15-20 kişi olduk. Camiden özgürlük için haykırarak çıktık. Herkes şaşkınlıkla bize bakıyordu. Hammuriye’den Sakba’ya dönüşümüzde sokaklar bomboştu. Şehir merkezine ulaşana kadar yürümeye devam ettik. Bir de ardıma baktım ki bizimle rejime karşı olan 400-500 kişi var. Ağlamaya başladık.
O cumadan sonra eğitimli olmamamıza rağmen bazı kurallar koyduk. Gösteri yapacağız ama ne bir yere zarar vereceğiz, ne de bozgunculuk yapacağız, dedik. 22 Nisan 2011’de Şam’a gitme kararı aldık. Kafileler hâlinde ilerledik. Sakba, Hammuriye, Kafer Batna, Cisrin gibi yerlerde köylülerle yürüdük. El-Zablatani ilçesine ulaşmadan önce askeri bir merkez vardı. Oraya yaklaşırken, bu ayaklanmanın başı olarak bizler rejimin kuşattığı herhangi bir bölgede ellerimizi kenetledik ki devrimciler etkilenmesin ve rejimle herhangi bir çatışmaya girmesinler. Sug el-Hayr’ı dahi böyle koruduk. El-Zablatani askeri merkezine kadar yürümeye devam ettik. Pazarın oradayken bize ateş ettiler. Çok korkunçtu. Herkes kaçmaya başladı. Askeri merkeze ulaşalım diye geri döndük; ama sürekli ateş ediyorlardı. Bu bizi daha da hırslandırdı. Söylediğim ilk slogan ki hepimiz buna inandık, “Bir, bir, bir! Suriye halkı birdir!” şeklindeydi. Yüzümü saklayıp, inanmadığım bir şey için isyan etmedim.
Sakba’daki ilk gösteriden itibaren rejim tarafından aranıyordum. 27 Ocak 2012’de Doğu Guta’nın her yerine saldırdılar. Onlar bizi silah tutmaya zorladı. Ya öldürülecek ya da kendimizi savunacaktık. Kadınlarımızı, çocuklarımızı korumak zorundaydık. Rejim kimseye acımıyordu ki Guta’da. Ne Guta’sı, tüm Suriye’de. O zamanki gösteriler benim önceliğim oldu. Gösterilere katılmam lazımdı. Sonra gidip kimsesi olmayan kadınlarımızdan kimin suyu, yiyeceği eksikse bakardım. Kasabadan su getirirdim. Kimin yemeği yoksa yemek bulurdum. Geceleri yaralıları korumalıydık. Gösterilerde yaralananları tedavi etmemiz lazımdı. 8 Temmuz günü yanımda silahım vardı. Ama devrimin başından tutuklanana kadar bu silahla ne kimseye sıktım ne de kimseyi vurdum. Hatta onu hiç kullanmadım. Sakba’dan Eftiriz köyüne doğru yola çıktık. Küçük bir yol ayırımında, geniş bir kontrol noktasında bulduk kendimizi. Yanımdakine “Eyvah! Kontrol noktası bu, bas gaza dedim!” O da gaza basacağına frene bastı. Bir asker geldi. “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “İlçeye gidiyoruz” dedik. Tabi bu bölgede araziler var. “Kimlikler?” dedi. Ben de, şoför de kimlikleri çıkarıp verdik. Şoför 50 yaşından büyük biri. Kimlikleri verdik, şöyle bir baktı. “Arabayı kontrol edeceğiz!” dedi. Asker, şoför camının ordaydı. Bana doğru gelmek için dönünce silahımı çıkardım ve o dönerken kapıyı açtım. Arabadan indim. Silahta mermi hazırdı, sadece ateş etmem gerekiyordu. Silahı kendime doğru çekip hazırladım. Sesi duydukları anda hepsi ayaklandı. Elliden fazla silahı bana doğrulttular. Tüm askerler etrafımda ve silahlarını bana doğrultmuş bekliyorlar. “Ateş etmeyin, teslim olacağım ama bu adamın benimle alakası yok, beni köye götürmesi için arabasına zorla bindim. Burada yetkili kim?” diye sordum. Bir albay geldi. “Adım, Ahmed Hamadeh” dedim. “Tutun onu!” diye emretti. Albay, şoförden kimliğini istedi. “Efendim, benim hiçbir ilgim alakam yok!” diye yakındı adam. Kimlikte Sakba’dan olmadığını görünce, gitmesine izin verdi. Araba gidince ben de rahatladım.
Şehadet getirdim, beni vurmaları için dua ettim. Beni içerideki askeri bir odaya götürdüler. Üzerime araba lastiği koydular. Sabaha kadar böyle kaldım. İkinci gün bir araba geldi. Beni Harasta’daki Hava Kuvvetleri İstihbarat Şubesine götürdüler. Ve karşılama partisi başladı. O anda beni kim dövüyor ve neyle dövüyor, bilmiyordum bile. Ahmed Hasan diye bir emir subayı karşıladı beni. 6 saat boyunca dövdü. Bir kabloyla dövüyordu, çok eziyet vericiydi. Acıyı kalbimin derinliklerinde hissediyordum. Zincir, yeşil bir boru ve çeşitli malzemeler kullanıyorlardı. Ben yerdeyim, askerler hoplayıp kemiklerimi kırıyorlar. Kimi boruyla, kimi kabloyla, kimi zincirle vuruyor. İşte karşılama partisi! Altı saat sonra bayılmışım. Bilincimi kaybetmiştim. Bir battaniye ile 2 numaralı toplu hücreye taşıdılar. Yer altında bir oda, içeride 117 mahkûm var. Ne bir penceresi, ne de havalandırması var. Nefes almamız için pervane çalıştırırlardı. Kapandığında da sıcaklık oldukça artıyordu. Herkes çırılçıplak, yerlere ter akıyor. Bir mahkûm havasızlıktan bayılıp yere düştü. Önde duran biri kapıya vurmaya başladı. “Ne istiyorsunuz?” diye bir ses geldi. Doktordu gelen. Yaptığı tek şey ise pervaneyi çalıştırmak oldu. 27 gün boyunca aynı şeyi yaşadık. Ama her gün farklı bir mahkûm bayılırdı. 15-20 gün sonra ellerim ve ayaklarım su toplamıştı. Avucumun içi bembeyaz oldu. Tutup çektiğimde elime geliyordu. 27 gün sonra bir tür isyan başlattık. Aralarındaki en yetkili kişi gelene kadar kapıya vurduk. Koğuştaki sayıyı azaltmaları gerektiğini anladılar. Ben de elimi dışarı uzattım, “Ellerime bak!” dedim. Diğerleri hâlâ kapıya vuruyorlardı. İkinci bir doktor gelip sayıyı azaltacaklarını söyleyinceye kadar kapıya vurdular. “Sakin ol ve kapıdan uzaklaş!” dedi. Kapıyı açınca yaklaşık 30 mahkûmun dışarı çıkmasına izin verdi.
Buradan çıkıp teneffüs koğuşuna götürüldük. Dört duvardan oluşan bir yerdi ama tavanı yoktu. 280 mahkûm vardı burada. Kimileri oturuyor, kimileri ayakta, kimisi ise tren gibi dizilmiş. Burada tuvalet yoktu. Sanki nehir vardı, ben nehir diyorum ona. Enine ve boyuna 30 cm. Koğuşa doğru akıyordu. Mahkûmlar hacetlerini orada görürdü. Birisi burada oturuyor, önünde de hacetini gideren birisi. Kimi yapabiliyor, kimi yapamadan o yer doluyor. Ne olacak peki? Taşıyor, her yere dökülüyor. Nasıl mı boşaltıyorduk? Dolduğunda 10 mahkûm onu elleriyle temizlerdi. Neredeyse 10 gün boyunca orada kaldım. Gardiyan gelip “159” diye bağırana kadar. İlk defa sorguya çıkacaktım. Sorgu memuru Fadi, Sakba’da olan tüm dosyalardan sorumluydu. Beni odaya aldılar. Sorgu memuru gardiyana, beni dövmemesi için emir verdi. Nerdeyse 3 saat boyunca ayakta durdum. Tek kelime dahi etmedi. 3 saat sonra ayağa kalktı, yürümeye başladı. Yarım saat sonra da sorular sormaya başladı. Basil adında bir askere seslendi. Basil görevine başladı. Bir lastik getirdi. İki tane de asker vardı. Biri sırtıma, biri karnıma, birisi de bacaklarıma yöneldi. Vücudumda çiğnenmedik tek bir yer kalmadı. Yaklaşık 1,5 saat sonra “İtiraf edecek misin?” diye sordu. Sonra Basil beni aşağıya indirdi. Ama her yerim kan içinde. Tavana astıkları odaya götürdü. Sonradan üç adam daha getirdi. “Biriniz bunu dövmeyi bırakırsa, onun yerine sizi asarım” dedi. Beni bayıltana kadar dövdüler.
Gözlerimi açtığımda hastanelerde olan ışıklardan gördüm. Ya Harasta ya da Tişrin hastanesi idi. Doktorun yanından çıkardılar beni. Aniden birisi beni kabloyla dövmeye başladı. “Tüm kıyafetlerini çıkar” dedi. O günden itibaren kıyafetsiz olarak devam ettim. Yatağa uzanmamı emretti. Ellerimi ve ayaklarımı bağladı. Kabloyu alıp beni dövmeye başladı. Başımı kaldırınca değişik şeyler gördüm. Korkunç bir şeydi. Kolu kırık birini gördüm mesela, kan akıyordu. Çarpık elli birini gördüm. Birinin saçı sakalı dağınıktı. Nereden gelmişlerdi? Orada 10 gün kaldıktan sonra beni çıkarmaya karar verdiler. 5. Koğuşa götürdüler. 85-90 mahkûm vardı. Orada geçen 3 saatten sonra Basil geldi. “159” diye bağırdı. “Burada” dedim. “Çık” dedi, çıktım. Bu sefer tuvalete astı. Çok dua ettim, “Allah’ım ne olur öleyim” diye. 3 gün sonra gelip çözdü beni. Tekrar sorguya götürdü. Aynı senaryo. Basil’e lastik getirmesini emretti. Sorgu memuru “Biz sana kırbaçla vururken 100’e kadar sayacaksın! Eğer bir kere ah edersen baştan başlarsın” dedi. O gün 400 kırbaç yemiştim.
Teneffüs koğuşuna geri döndüm. Hastalanmaya başladık. Herkes uyuz olmuştu ve kaşınıyordu. Oturduğumuz yerde kaşınıyorduk. Belki geçer diye umut ediyorduk. Sebebi, içeride biriken kirdi. Deri önce küfleniyor, sonra donuyordu. Kalınlaşıp kahverengi bir renk alıyordu. Ahşap gibi sertti. Ben de bu seviyeye geldim, tedavi olmam gerekiyordu. Birisine tırnaklarını kesmemesini söyledim. “Bırak uzasınlar” dedim. Tırnakları iyice uzadığında ondan, derimi kazımasını istedim. Nasıl yapacağı konusunda anlaştık. Ve başladı. Daha ilk yeri kazdığı an çığlık attım ve bayıldım. Hastalık fazlasıyla yayıldı. Şube başkanı Muhammed Rahmun adında bir tuğgenerale kadar haber gitti. Muhammed Rahmun gelince kapıya doğru koştuk. Herkes bağırmaya başladı. “Efendim, benim suçum yok!” “Efendim, ben masumum!” diye bir şeyler söylüyorlardı. Ama Muhammed Rahmun tutuklulardan birine şöyle dedi: “Oğlum, buradan çıkmaman gerekiyor.” “Oğlum” dediğini duyunca, “Oğlum mu? Sen oğlunun bu hâlde olmasını ister misin?” deyip kendimi gösterdim. Korkudan geri çekildi. Vücudumun hâlini görünce çok korktu. “Ne oldu böyle?” dedi. “Bir hastalık” diye cevap verdim. Rahmun, cildiye doktorunu çağırdı. Rahmun, ben ve doktor kapıda durduk. Doktora hastalığın ne olduğunu sordu. Doktor, “Ben de bilmiyorum” dedi.
Harasta’daki yemek düzeni, tüm hücreye verilen bir somun ekmek ve azıcık pilavdan ibaretti. Bunu da sırf ölmeyelim diye veriyorlardı. Öyle zamanlar oluyordu ki; hacetini giderecek kişi, açlıktan yapacak güç bulamıyordu. Sürünüyordu. Öyle bir an oldu ki birinin bana küçücük olan ekmeğini vereceğini bilsem, karşılığında her şeyi yapardım. O ekmek parçası için ne olsa yapardım. Şubede “kölelik” diye bir şey vardı. Mahkûmlara tuvalet temizletilirdi. Ellerini öperdim beni alsınlar diye. Bir parça ekmek daha alayım diye. Düşündüm ki, bir kıyafet dikmem lazım; ama iğne yok. Koğuşta şubenin içine bakan bir pencere vardı. Tel örgülerden oluşuyordu. Bir parçası açılmıştı. Ben de ondan iğne yapmaya başladım. 7 ay boyunca o iğneyi yapmaya çalıştım. Bir elimle vücudumu kaşırken, diğer elimle iğneyi şekillendiriyordum. Bir iç çamaşırı yapmam lazımdı. En azından mahrem bölgemi örtebilmem için. Ve dikmeye başladım. Aynı annemin diktiği gibi… O iğneyle kendime iç çamaşırı diktim. İğne mahkûmlar arasında dolaşmaya başladı. Kimin çamaşırı yırtılırsa onunla dikerdi.
Açlığımız öyle arttı ki herkes kendi çıkarını düşünmeye başladı. Mesela bir mahkûm diğeri hakkında yalancı şahitlik edebilirdi, sırf bir ekmek için. Bana gelen temiz ekmeği 3 küflü ekmek karşılığında bir lokma daha fazla yiyeyim diye takas ederdim. Güneş batınca yine acıkırdım. Sakba’dan bir mahkûm vardı. Şimdi ölü mü, diri mi bilmiyorum. Çok zayıf ve çok gençti. 17-18 yaşlarındaydı. Açlıktan hep ağlardı. Doymazdı. “İntihar edeceğim!” derdi. Bana ekmek geldiğinde ekmeğimi yememeye, onunla paylaşmaya başladım; ama gözüm kalırdı. Çünkü ben de açtım ve yemem lazımdı. Hastalık çok şiddetlendi. İçerideki herkes hastalandı. Bizim şehrin yakınlarından olan biri gidip askerlere “İçeride iğne buldular, hapishaneyi patlatacaklar!” dedi. Sırf hücre başkanı olabilmek için bunu yaptı. Güvenlik güçleri geldi. 5, 6 diye sayarken, “Ahmed Hamadeh” dediler. “Buradayım” dedim. Beni bir avluya götürdüler. Bütün askerler beni dövmeye başladı. Hayyan diye bir subay gelene kadar durmadan dövdüler beni. “Hapishaneyi mi patlatacaksın?” dedi bana. Dönüp baktım subaya “Sizce mantıklı mı? Nasıl patlatayım? Ne ile patlatayım? Çamaşırım bile yok ki benim!”
Subay, askerlere beni tekli bir hücreye almalarını emretti. Beni götürdükleri gibi uyudum. Gözümü açtığımda bana bakan 2 kişi ve kalkarken de içi ekmek dolu bir kasa gördüm. Oradaki 2 kişiye “Bunlar kimin ekmeği?” diye sordum. “Kimsenin değil” dediler. “Siz yemek ister misiniz?” diye sorunca “Hayır, istemiyoruz” dediler. Ben de yemeye başladım. Çıldırmıştım resmen. Ekmek vardı. Yedikçe yedim, yedikçe yedim. Tüm ekmekleri yedim, doymadım tabi. Bir tanesi kalktı kapıya vurdu. “Efendim, efendim!” Asker geldi, içeriye girdi. “Ne var?” dedi. “Efendim, dedi. Burada anormal bir insan var. Tüm ekmekleri yedi!” O an sanki Allah’ın gazabı üzerime indi. Tüm askerler delirdi öfkeden. “Çık dışarı!” dedi, çıktım. “Efendim, vallahi onların ekmeğini yemedim” dedim. “Sen doğru durmayacak mısın? Asın şunu!” dedi. Ben artık bitmiştim. Konuşamayacak duruma geldim. Ayaklarımdan tavana astılar çünkü. Söylemesi çok zor; ama anlatmam lazım. Büyük bir naylon poşet ve Suriye’de kullanılan bir tür hasır ipi ki asla kopmaz. Poşeti 1-2 kilo suyla doldurup poşetin ağzını iple kapatıp mahrem yerime bağladılar. Böyle ahlaksız bir rejim işte!
Beni tekli hücreye aldıklarında sayımız 16’ya çıktı. Her 15-20 günde bir, herkes yesin diye çürük salatalıklar getirirlerdi. Eğer birisi benim gibi yerse ishal olur ya da hemen ölürdü. Tuvaletten dönerken yanımda bir kap getirmeyi başardım. Askerler bozuk salatalık getirince, kimi mahkûmlar yedi ve ishal oldular. Kapıya vurdum; ama kimse cevap vermedi. Tuvalete gitmemize izin vermediler. 24 saat boyunca böyle kaldık. Ne yapacaktık peki? Ne olacaktı sanki? Millet tuvalete gidecekti sadece. Kapı çaldı, yemek geldi. (Azıcık pilav) Ben kaba koydum. Ama mahkûmlar da hacet gidermek istiyor. Nereye peki? O kaba… Yemek hakkımız gitmesin diye, kâseyi boşaltıp temizledim. Tekrar askere verdim. Yemeği kâseye koydu, biz de ondan yedik.
Âlemlerin Rabbi olan Allah ile konuşmaya başladım. Secde edip konuşuyordum. Ammice konuşuyordum, ne istiyorsam söylüyordum. Her şeyi anlatıyordum. Açım diyordum, yoruldum diyordum. Hastayım diyordum, tükendiğimi söylüyordum. Allah’ım al canımı, diyordum. Mahkûmlar serbest kalırsa aileme öldüğümü haber verirler diyordum… (Devam edecek)
*Suriye’de aşağılık Esed rejiminin zindanlarından kaçmayı başaran Ahmed Hamadeh’in de aralarında bulunduğu ve kurtulan beş kişinin yaşadıklarının anlatıldığı ‘Ey Özgürlük’ isimli Arapça belgesel, gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?