Gözkapaklarımı ancak hafif aralayabildim. Duvarda asılı duran lengeri büyüklüğünde ahşap görünümlü hakiki naylon saat on bir sıfır üçü gösteriyordu. Yıllardır sabahları kalkarken peşimi bırakmayan belimdeki ağrılar yine eşlik ediyordu zihnimdeki kramplara… Yorganı bir tekmeyle kenara attım, zar zor doğruldum lavaboya doğru isteksiz eringen yürüdüm. Yüzüme su dökmek için elimi musluğa atarken, başımı kaldırdığımda aynadan elli bir yıllık ömür haritasının içinden zümrüt yeşili iki gözün billur parlak ışığının beni içine çektiği bir tünele girdim. Zemininde turkuaz mavisi, yanları şafak kızılı, bazı yerleri zifiri karanlık, bazı yerleri loş ıslak ve sisli, çıkış ucunda ise beyaz mor ışıkların aşağıdan yukarıya helezoni dansını seyrettiğim bir tünel… Endişenin, sevincin, aşkın, korkunun, acının, özlemin, umudun karışımından bir çözeltiyi içmiş gibiyim. Maziyle şimdinin karmaşık bütün bağlantıları, her taraftan kuşatılmış şu ana müdahale etme acizliğini yaşıyorum. Geçmişin kuşatması ve geleceğin muammasında çaresiz bir tutsak gibiyim. Beni bekleyen şey nedir diye zihnimin çektiği acıyı tadıyorum.
Kendi varoluşumuza bile karar vermediğimiz biz insanlar neye karar verir ki? İnsan neden yaşar, kimin için yaşar? Bir zindanı mı yaşıyoruz, özgür müyüz? Zekâmıza, duygularımıza, becerilerimize, gözlerimizin rengine, boyumuzun uzunluğuna karar verilmiş olarak doğarız.
Hangi insanlardan olmak isterdik?
Kıl çadırlarda büyüyen, saçları jöleye yabancı, merhameti emziren koyundan öğrenen çocuklar…
Dostuna sarılır gibi şalvarında kaçak sigarasını usta parmaklarıyla sardığında okşayıp okşayıp biraz sonra ondan alacağı ilk nefesin hazzını bekleyen; toprağın, yağmurun, çamurun ve ıslak yoncaların adamları…
Zımparaya dönüşmüş el ayasıyla bebeğini okşayan; zarafetini, narinliğini papatyalara ve gelinciklere terk eden yirmili anneler…
Gölgenin dostluğunu güneşle; ateşin dostluğunu karla anlayan; ovanın güvensizliğinden dağların şefkatini anlayan; yüzü binlerce kez meltemle okşanmış ve binlerce kez lodostan sille yemiş haşmet yüzlü ve ruhları terbiyelenmiş yaşlılar…
Ya yıldızlara yabancı, toprağı kirli bilen metropol insanları…
Kalabalıklarla yürüyen kalabalıklarla görüşen, kalabalıklarla oturan şehrin yalnız ve kimsesiz insanları…
Makamlarına kurulmuş makinelerin, borsaların, plazaların, sistemlerin parlak suratlı obezleri; parayla dost, dostsuz; stresi mümbit, huzuru çorak; yüzüne gülünen gıyabında küfredilen, geniş çevreli dar yürekli; her gün her saat kaybetme korkusu yaşayan yalnız ve korkak patronlar…
Şehrin alımlı rengârenk ışıklarıyla raks edercesine tavus kuşunu kıskandıran giyimleriyle, kuğuların endamıyla kaldırımlarda dolaşan; topraktan yoksun envai çeşit saksılar gibi müzeyyen; bütün benliğini ince beline pamuk ellerine ve pürüzleri giderilmiş yüzüne hasreden bir bakmalık bir kokmalık gölgesiz ve meyvesiz kadınlar…
Altın kafeslerde büyük bir itinayla beslenerek ve giydirilerek yetiştirilmiş hayata hazırlıksız gençler…
Anneyi besleme ünitesi, babayı para kaynağı belleyerek yetişmiş gençler…
Akletme yeteneği körelmiş matematik zekâlı gençler…
Kendini geleceğe, geleceğini mesleğe, mesleğini paraya bağlamış bedbaht gençler…
Dili başka, esprisi başka, arkadaşlığı başka, sohbeti başka dijital dünyanın insanları…
Kimyasal zehirli bir gaz gibi şehir köy, vatan, millet, ırk, din ayırımı yapmadan sınırları aşarak yayılan bir dünya…
Doğanın yerleşke üsleri olan köyler de dijital dünyanın mahkûmu artık…
Sur gibi direnen tarih ve kültür merkezleri bile artık yorgun ve yenik…
İnsan ister istemez Sur gibi bir mekânda doğup büyümenin bir tercih olmadığının farkında oluyor, ama bu bir şans mı bilemiyor insan…
Taşları ve ateşi seven Sur’un çocuklarından olmak bir şans mı?
Dükkânların önüne bırakılan yemek artıklarına saldıran çocuklardan olmak…
Cep kesen çocuklardan olmak…
Sur’da evsiz ve okulsuz kalmak…
Hiçbiri tercih değil…
Neyse…
Yüzümü yıkayıp bir an önce Tanrı’nın nefesinin hissedildiği yere, Ulu Cami’ye, cuma namazına yetişmeliyim. Oradan yağmurun ıslattığı siyah taşların toprak kokusunu koklaya koklaya eczaneye gitmeliyim.
Beni ne bekliyor acaba?
Bekleyip görmekten başka ne çare…