Merhum Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in bu sözünü her okuduğumda bir öğretmen olarak aklıma gelen ilk şey, önce öğrenci olduğum, önce öğrenci olmam gerektiği, sonra öğretmen olabileceğimdir. Öğretmen olabilmek için de ilk inen ayetler olan Alak Sûresi’nin ilk beş ayeti aklıma gelir. Yüce Rabbimiz, bu ayet-i kerimelerde mealen şöyle buyuruyor:

“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alak’tan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.”

Benim, bu ilk inen ayetlerden çıkardığım ilk anlamlar şöyledir: Bir Müslüman olarak okumayı, düşünmeyi, tefekkür etmeyi, akletmeyi, bir yaşam felsefesi haline getirmemiz gerektiğinin yanında, bizleri yoktan yaratan, var eden ve sonsuz nimetlerle nimetlendiren Yüce Rabbimizin ismiyle okumalıyız. Yani tabir yerindeyse gökyüzünün öğrencisi olma bilinç ve şuuruyla okumam ve öğrenmem gerekir. Ahlakımızla, kişiliğimizle adeta yürüyen Kur’an olup, Kur’an ahlakıyla ahlaklanırsak, her işte Allah rızasını gözetip ihlaslı olabilirsek, işte o zaman “Gökyüzünün Öğrencisi” ve akabinde “Yeryüzünün Öğretmeni” olabiliriz.

Burada aklımıza şöyle bir soru gelebilir ya da bazı art niyetli kişiler genelde şu soruyu sorarlar: “Günümüzde Müslümanlar neden geri kaldı? Neden İslam ülkelerinde kaos, kan, gözyaşı ihtilaflar vb. var? Müslümanlar neden ilimde, fende, teknolojide vs.de geri kaldı?” Bu soruyu kasıtlı soranlar aslında İslam’ın gerici olduğu, haşa ayetlerin günümüze hitap etmediği, insanlığa kurtuluş reçetesi sunmadığı, hatta bu sorunların sebebinin İslam olduğu ideasında bulunurlar. Peki, gerçekte bu böyle mi? Bu soruların cevabi sanırım biraz da Merhum Aliya’nın gökyüzünün öğrencisi olmamız gerektiği şeklindeki ifadesinde saklı galiba…

M.S 600. yıllarda yani cahiliye döneminde, başta Arap yarımadasına, ardından çok kısa bir sürede Dünya’nın neredeyse tümünde güneş gibi doğan İslam değil miydi? Karanlığın zifiri bir hal adlığı, zulmün zirve yaptığı, masum kız çocuklarının vahşice, diri diri toprağa gömüldüğü, neredeyse tüm insani değerlerin ayaklar altına alındığı ve yok sayıldığı bir dönemde rehberimiz, efendimiz Hz Muhammed Mustafa (s.a.s.), kendisine gelen ilk vahiyle ve peygamberlik vazifesi asr-ı saadeti inşa etti. Bu, Bilge Kral Aliya’nın “Benim için iyi, doğru ve güzel ne varsa hepsinin diğer adı İslam’dır” diye bahsettiği yüce dinimiz sayesinde, hem de 23 yıl gibi kısa bir sürede olmadı mı?

İnsanoğlu, İslamiyet’in doğuşu ve Hz Peygamber’in (s.a.s.) öğretmenliğinde vahiy ekseninde asr-ı saadeti yaşadı. Akabinde sahabiler, tabiin ve onların izinde giden Müslüman bilim adamları, ilimde, fende, teknolojide vs. 7. yüzyıldan 12. yüzyıla kadar insanlığa sayısız buluş ve yenilik kazandırdı. Birçok şehir, kütüphane ve sayısız eserlerle adeta bilim ve eğitim merkezi haline geldi. Yakubi, 891 yılında Bağdat’ta 100’den fazla kütüphane olduğunu ifade etmektedir. Yine bu dönemde Irak’ın küçük bir kasabası olan Nadife’de bulunan kütüphanenin içinde yaklaşık kırk bin kitap, Hama’lı kürd prensi Ebu’l-Fida’nın şahsi kütüphanesinde yaklaşık yetmiş bin kitap, Arabistan’da Resul el-Müeyyed’in kütüphanesinde yüz bin, Maraga’da dört yüz bin cilt kitap bulunduğu söyleniyordu. Fakat en kapsamlı kütüphanenin, 6500 cilt matematik ve 1800 cilt felsefe alanında olmak üzere toplamda yaklaşık 1.600.000 cilt kitaba sahip olan Kahire’deki El-Aziz kütüphanesi olduğu söyleniyor. Buhara’da bulunan kütüphaneye gelince İbni Sina burada “dünyanın hiçbir yerinde bulunmayan kitaplar” olduğunu söyler. Yine 11. yüzyılda Bağdat, Harun Reşit zamanında dünya kültür ve zenginliğinin merkeziydi. 2 milyona yakın nüfusu ile ve özellikle 1065 yılında kurulan Nizamiye Medresesi ile bütün büyük İslam şehirlerindeki okullara, medreselere örnek olmuştur ve sayısız bilim adamı yetiştirmiştir. Burada Kur’an, Hadis, Hukuk, Filoloji, Edebiyat, Coğrafya, Tarih, Astronomi, Matematik, Kimya, Geometri vb. okutuluyordu.

12. yüzyılda Moğolların nerdeyse tüm Asya ve Anadolu’ya verdikleri tahribat, Müslümanlara çok zarar verdi. Tüm İslam şehirlerini yakıp, harap ettiler. Korkunç katliamlarla ve özellikle medrese ve kütüphaneleri yakıp yıkmakla adeta Müslümanların kâbusu oldular. Birçok yazma eser, ilim ve kültür mekânları yok edildi. Bu yıkım ve barbarlık, 1260 yılında Memluk sultanı Baybars’ın Ayn Calut savaşında Moğollara ağır bir darbe vurmasıyla son buldu. Müslümanlar bu dönemde adeta fetret dönemini yaşadı ve sahip oldukları birçok kültürel hazineyi kaybettiler.

Avrupalı bilim adamlarına isnat edilen bir çok bilimsel ve akademik bilgilerin birçoğu aslında İslam coğrafyasında, kütüphanelerde, medreselerde, rasathanelerde, ilim ve irfan merkezlerinde “gökyüzünün öğrencisi” olan Müslüman bilim adamları tarafından keşfedilmiş ve insanlığa hediye edilmiştir. Öte yandan 15. yüzyıla kadar Avrupalıların durumu içler acısıydı. Skolastik düşünce hâkimdi. Kilisenin öğretileri mutlak doğru kabul edilir ve aksini iddia edenler ya aforoz edilir ya da idam edilirdi. Barbarca bir yaşam ve birbirlerini yemekten başka bir şey yapmayan bir Avrupa vardı. Ne zaman ki Kiliseye baş kaldırdılar, Rönesans ve Reform hareketlerini başlatıp coğrafi keşifleri başlattılar, işte o zaman yavaş yavaş eğitime başladılar. Bazı bilim adamları coğrafi keşiflerle İslam beldelerindeki yazılı eserleri alıp tercüme edip anlamaya başladılar. Bazıları sırf ilim tahsili için Endülüs’e, Bağdat’a, Semerkant’a geldiler. Müslümanların asırlar önce keşfettikleri tüm bilgileri tercüme ederek kendilerine mal ettiler.

Müslüman bilim adamlarının keşifleri, icatları, bilim tarihine katkıları için internet sitelerine ve yazılı eserlerine bakmak yeterlidir. Bu alanda yazılmış binlerce eser söz konusudur. Biruni, İbni heysem, İbni Sina, Harezmi, Cezeri, Farabi, İbni Rüşd, Farabi, Kindi, İbni Haldun, Cabir b. Hayyan ve daha nicesi…

Bu Müslüman bilim adamlarının dışında yüzlercesini ve bunların bilime yaptığı katkıları sayabiliriz. Ne hikmetse 15-19. yüzyılda isimleri ve buluşları çıkmaya başlayan Avrupalı bilim adamları, daha önceki yüzyıllarda neden yoktu?
Üstad Bediüzzaman demiştir: “’Hem tarih şahittir ki, ehl-i İslam ne vakit dinine tam temessük etmişse (sarılmışsa), o zamana nisbeten terakki etmiş (yükselmiştir); ne vakit salabeti terk etmişse (dinden uzaklaşmışsa) tedenni etmiş (gerilemiştir). Hristiyanlık ise bilakistir. (Tam tersidir).

Özetle; bugün Batı’nın bilimi ve buluşu dediğimiz Fiziğin, Kimyanın, Matematiğin, Astronominin, Tıbbın, Tarihin, Sosyolojinin, Coğrafyanın vb. birçoğunun kurucuları Müslümanlardır. Müslüman bilim adamı, ilim sarayının içine kalbindeki iman anahtarıyla girer, Kur’ân-ı Kerim’den ve Peygamberimizin Sünnet-i Seniyye’sinden almış olduğu işaret ve ilhamlar onun her tarafını aydınlatır. Böylece Allah’ın sonsuz güç ve kudretini, muazzam düzenini ve kusursuzluğunu görür. Böylece şükreder ve imanı artar.

Özetle, ne zaman ki Müslümanlar gökyüzünün öğrencisi oldu, işte o zaman yeryüzünün öğretmeni oldular. Bilimde ve teknolojide ilerdiler, tüm insanlığa sayısız buluş hediye ederek ilimde, fende, teknolojide ilerleme kaydettiler. Tüm dünyada hâkim güç oldular. Yeryüzüne barış, esenlik ve huzur getirdiler. Ama ne zaman ki İslam’dan uzaklaştılar işte o zaman oyuna geldiler, düşmanın oyuncağı ve kölesi oldular.
Rabbim en kısa zamanda tüm ümmet-i Muhammed’e, gökyüzünün öğrencisi olma bilinç ve şuuruyla yaşamayı nasip etsin. Bizlere birlik ve beraberlik lütfetsin. Kur’an ve Sünnet’ten ayırmasın. Âmin…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?