Hayatın özü, yaşam bilgeliği önce anlamak üzerine kurulu olduğundandır ki İmam Hasan el-Benna bu konuyu en önemli ilke olarak kabul etmiştir.

Bundan da anlaşılacağı üzere kendimizi, dinimizi, çevremizi, olayları ve başkalarını anlamak için sahip olduğumuz gözümüz, kulağımız, duygularımız, derimiz, burnumuz, ağzımız, beynimiz, sezgilerimiz ve kullandığımız dil, bizim en önemli ve en değerli enstrümanlarımızdır. Bunlara sahip olmak için bir iletişim operatörüne abone olmak, harç yatırmak gibi bir derdimiz de yok ayrıca. Yapmamız gereken en temel şey bize karşılıksız verilen bu nimetlere karşılık Rabbimizin rızasına nail olmak, O’nu doğru bir şekilde anlamak, hayatımızı daha yaşanılır kılmak ve güzelleştirmek olacaktır. İmam el-Benna’nın da anlatmak istediği bu olsa gerek.

“Fehm ile başlar her şey.” Anlamayı başardıktan sonra sınavı kazanmış oluruz tabiri caizse.
Küçük bebekler bile gözlerini bize dikerek dışarda olup bitenleri anlamaya çalışır, hatta “Sus anlatma ben her şeyi anlıyorum” der gibiler.

Asıl sorunlar da anlamamak ile başladı.
Bu sebeple korkup kabuklarımıza çekildik. Neden “fehm” konusunda geri kaldığımızı ya da bu konuda ne kadar başarılı olduğumuzu belirlemiş olsak hayatımızı kâbusa çeviren, bizleri birbirimize düşman eden yanlış anlamalar, aç gözlülük, kandırmalar, kendini farklı ve başka görmeler gibi bazı sorunlar ile karşılaşır mıydık? Hz. Zekeriya’nın testere ile ikiye ayrılmasının, Hz. Yahya’nın ablukaya alınıp kesilmesinin, Hz. Ali’nin ölümüne teşebbüs eden bir ve birden çok topluluğun geldiği nokta, yanlış anlamalardan kaynaklanmıyor muydu? Kendi dışındakileri düşman bellemediler mi? Ki bu davranışları hâlâ devam ediyor. Belki de bu bir savunma refleksiydi; ama yanıldılar ve bu sebeple düşünme virüsünün esiri oldular şüphesiz.

Anlamayı başarmamız gerekir, yeniden anlamak için de savunma, saldırma, tuzak kurma, takıntılı olma gibi huyları kendilerine âdet edinen o her biri için peygamber gönderilmesine rağmen helak olan toplumlar gibi değil de sadece ama sadece karşımızdakinin ne söylemek istediğini ve ne yapmak istediğini, amacının ne olduğunu içtenlikle dinleyerek yapabiliriz. İşin sırrı dinlemekten geçiyor, dinlemek o kadar zor olmasa gerek. Dinlemek için de her şeye sahibiz; ama bunun yerine yerli yersiz konuşmaya başlayınca işin sırrı bozulmaya başlıyor. Bu koca evrende işler olağanüstü bir düzende işlerken “küçük evrenimizde” sorunların olması garip değil midir?

Peygamber Efendimiz hadis-i şerifinde, “Allah, kim için hayır dilerse onu dinde fakih kılar.” (Buhârî ve Müslim)
Bu hadiste iki noktaya dikkat çekilmesi gerekir: İlk olarak Rabbimizin bir sınıf insan hakkında hayır dilemesi ki bu bizim ilk amacımız, ikinci olarak bu sınıf insanın fakih olması. Şu noktaya dikkat çekilmesi gerekir. Fakih insan sadece fıkhı, hadisi, Arapçayı iyi bilen değil, bilakis “iyi anlayan, iyi gözlemleyen, iyi kavrayan ve iyi fehmeden” demektir.
Rabbim bizi bu mübarek safta kendisine hayır dilenen, dinde fakih olan ve fehmeden kullarından eylesin…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?