Ölmüş birini kim cezalandırır ki? Onlar yine de işkence ediyorlardı. Biliyorlardı; bir anne ya da kız kardeş, herhangi bir adamın veya herhangi bir mahkûmun iradesini caydırabilirdi. Faten Recep için ağladım. Emel el-Salih için ağladım. Şada el-Maddad için ağladım. Size gördüğüm tüm ölü mahkûmları anlatsam, cezaevinde bir tane bile tutuklu kalmadı zannedersiniz. Bir sefer kaybetseniz bile diğer seferde kazanırsınız. Çünkü umut her zaman vardır. İsyanımız belki zayıflamış olabilir ama asla ne uyur ne de ölür.
Bizi Şam’a yolladılar. Bizi götürmek için otobüsler gelmişti. Otobüsler bölmelerden oluşuyordu. Her mahkûm için bir bölme vardı. Bölmeleri zincirlerle kapatmışlardı. “Ölüyorum ben! Tansiyonum var” diye seslendim. “Kapıyı biraz açın!” dedim. Asker zinciri bir miktar çözdü. Kapı hafiften açılınca İyad Ebu Zeyd’i gördüm. Onu bir kompartımana götürdükleri için bacağı sarkıyordu ve kesilmesi gerekiyordu. Bizimle Dera’dan iki yüz adam vardı. Kırk tane de kadın. Otobüste altı silahlı asker de vardı. Teröristler tarafından herhangi bir otobüsün durdurulması hakkında emir verildi. Tüm mahkûmları vurmaları gerekiyormuş, herhangi bir terör saldırısı olursa eğer! Bizi Kafersosa’daki askeri güvenlik bölgesine götürdüler. “Ölüm Şubesi” olarak da bilinir. Şube numarası 215 idi. Bizi indirdiklerinde, ilk önce kelepçelerimizi sonra da göz bantlarımızı çözdüler. Bir kapının yanında durdurdular beni. Kızımla birlikteydim. Reem de vardı. Dera’nın farklı köylerinden dokuz kişi daha vardı. Siham da bizimleydi. Bizi orada altı saat beklettiler. Askerler mahkûmları sınıflandırırken, biz de onları izliyorduk. “Bu 215’e… Bu 292’ye… Bu 93’e…”
Bütün mahkûmlar yerde yatıyordu. Ölen biri cezalandırılabilir mi? Yine de işkence ediyorlardı. Onları Şam’a gönderdiler, orada işlerini bitirmek için. Bir ofis vardı, tutulduğumuz odanın hemen yanı başında… Kadınları zorla bu ofise götürüyorlardı. Denetleme yapacaklarını söylüyorlardı. Ama tüm kıyafetlerini çıkartıyorlardı. Bizim için ölüm en büyük arzu hâline geldi. Bir insan ölmeyi hiç diler mi? Ve hep diyordum ki:“Onlar kıyafetlerimi çıkarttırmadan önce ölmem lazımdı.” Ölüm her zaman açıklarımızı örter. Buna inanırım.
Bizi hücrelere dağıttılar. Beni de tek kişilik bir hücreye aldılar. O hücrede on sekiz gün boyunca tek başıma kaldım. On sekiz gün sonra biri geldi ve beni çıkardı. Beni, çıktığım bodrum katının karşısındaki binaya götürdü. Erkek ve kadın kıyafetlerinden oluşan yığınlar, şubenin bahçesinde duruyordu. Onlarca kamyon alırdı bu kıyafetleri. Bir mahkûm gelir gelmez soyunurdu, daha yeni yaratılmış gibi. Sadece iç çamaşırları kalırdı. Ama sonradan onu da çıkarttırıyorlardı. Beni o binaya sorguya götürdüler. Binada neredeyse elli metrelik bir koridor vardı. Her yer sorgulayanların odasıydı. Koridorda su borularının her tarafına mahkûmlar bağlıydı. Yemin ederim ki, o koridordan şubenin bahçesine akan kan, aynı su kanalı gibiydi. Daha yerde yatanlardan bahsetmiyorum bile. Ya da başları duvarda olup oturanlardan. Odaların içindekilerinden… İçeriye girdiğim gibi etrafa baktım ve gençleri gördüm. Dedim ki, “Ya Allah! Ya Allah! Ya Allah! Bize merhamet et Rabbim! Şu gençlere merhamet et Ya Rabbim! Kurban olayım sana Allah’ım!”Şamlı bir genç seslendi bana “Anneciğim! Kurban olayım ölmeme yardım et!” dedi.
Beni aldılar. 300-400 erkeğin olduğu bir koğuşa götürdüler. Erkeklerin hepsi çıplaktı. İç çamaşırı olan bir kişi bile yoktu. Erkeklere, birbirlerine tacizde bulunsunlar diye ilaç veriyorlardı. Sorgu odasında birini gördüm. Deralı bir subaydı. İnhil kasabasından… Bu kişinin sorgusuna şahit olmuştum. Dört mahkûm daha vardı. Aniden bir ses duydum. Elektrikli matkap sesiydi. Ona doğru baktım. Vallahi bir mahkûmun gözlerini çıkarıyordu. Ben gözümle gördüğümü söylüyorum. Resmen gözlerini çıkardı. “Öldü mü?” diye sordu. “Öldü!” dediler. Üzerine “Vatan Haini” diye yazıp dışarı attılar. Lakabı ‘Pembe Panter’ olan Süheyl el-Hasan’ı biliyorsunuz değil mi? Beni üç ay boyunca sorguda tuttu. Süheyl, bir tane bile tecavüz etmedik kız bırakmadı. Zebadani’den bir kadını aldı. Onun ofisine gittikten sonra bir yığın olarak döndü. Neredeyse ölüyordu ama onu dövdüklerinden değil, çok fazla tecavüz edildiği için. Ona ne yaptıklarını anlattı bana. Ona ne yaptıklarını gösterdi. Kapıya vurmaya başladım. “Lanet olsun babalarınıza! Sizi kâfir domuzlar!” diye onlara lanet okudum. Neticede şube başkanına gönderildim. Adı Gassan İsmail. “Al şunu parçala, kes, paramparça et! Ne istiyorsan onu yap!” dedi askerine. Beni bir odaya götürdü. Koyun ve keçilerin kesildiği mezbahayı bilir misiniz? Aynı mezbaha gibiydi orası. İçerde yüzlerce ceset vardı. Böyle cezalandırdı beni. Oradan, kazık odasına götürdü. Ümmü Ziyad da benimleydi. Buseyne diye bir kızı vardı onun. Gencecik bir gül. İçeriye girdiğimizde adamların vücuduna yerleştirilen on tane kazık gördük. Kazığı omuz ile boynu arasından çıkarılan bir mahkûm gördük. Başka birinin de sırtından çıkmıştı. Akan kanlar (elleriyle işaret ederek) buraya kadar gelmişti.
Ölmek üzere olan bir mahkûm gördük. Vallahi ya 20 ya da 22 yaşlarında bir gençti. Bir ceylan gibi sarışındı. Can çekişiyordu. Ona doğru yaklaştım, dizlerime çöktü. Ellerini tuttum. “Git yavrucuğum! Allah sana rahmet etsin!” dedim. Tebrik etmeye başladım onu. Aniden bir asker geldi, boynuma vurdu. İzleri hâlâ duruyor, işte. Başımı ölen gencin kucağına koydum. Bilincim ne zaman yerine geldi, Allah bilir. Çok korkunç bir sahne gördüm. Asla unutamıyorum. Şube bahçesindeydi. Adamları çuvallara koyup, kamyona yüklüyorlardı. KİA arabalarına… Sıra sıra kamyonlar vardı. Giden her arabadan kanlar akıyordu yere. Bir asker beni alıp bir odaya götürdü. Neredeyse yetmiş kız vardı orada. Kızların arasında kendi kızımı da buldum. Dera’dan altı-yedi kadın vardı. Bu sadece benim olduğum hücredekilerin sayısı. Şamlı kadınlar vardı. Suriye’nin bütün şehirlerinden… Deyr ez-Zor’dan bir kız vardı. Allah ona afiyet versin. Adı Şeyma idi. Çok işkence etmişlerdi ona. Daha 16 yaşındaydı. Kıyı bölgesinden olanlar da vardı. Aleviler vardı. Bizim hücrede Alevi olan 15 kadın vardı. Herkes eşit muamele görürdü. Ayrımcılık yoktu. Hatta Alevi kadınlar sırf memurların kinlerinden dolayı tarikatlarına sadakatsiz olmakla suçlandılar.
Kendimi Akıl hastanesindeymişim gibi hissediyordum. Mahkûmlara seslendim. “Selamünaleyküm kahramanlar! Allah sizi korusun. Allah Suriyeli kadınları korusun. Güçlü olun.” dedim. Ama kendi kalbim kan ağlıyordu. Kadın mahkûmları cesaretlendirmeye başladım. Vallahi neredeyse bir hafta içinde moralleri yükselttik. Manevi olarak daha iyi duruma geldik. Biri hariç. Gerçekten bilincini kaybetmişti. Adeta delirmişti o. Vadi Barada’dan, Manal isminde bir kızdı. Yüzünü de örten peçeli biriydi. Orada bir hapishane şefi vardı. Adı Ahmed Alya. Hapishaneye ne zaman bir kadın getirilse, hemen kıyafetlerini çıkartıp tecavüz ederdi. Manal, her gün hücrenin kapısında durup kapıya vururdu. Onlara “Ben Beşşar Esed’i aradım. Bana dediki: “Söyle onlara kapıyı açsınlar. Çık dışarı, seni bekliyorum ben!” derdi. Sarılırdım ona. Bir ay iki hafta boyunca bizimle hücrede kaldı. Sonra aldılar onu. Nereye götürdüler bilmiyorum.
Ümmü Riyad çok saygılı bir kadındı. Dört çocuğu vardı. Hepsi erkekti. Yaşı çok küçük değildi aslında ama görseniz 30 yaşında demezsiniz. Hafızdı. İçeri girdiler. Vallahi Perşembe gecesiydi. Dört kişi birden geldi. Zaten her gün dört kişi geliyorlardı. Bakarlardı şöyle kızlara, hangisi daha güzel, sonra onu alırlardı. Ümmü Riyad’ın kıyafetlerini çıkarttılar. O vakit benim bacağım kırıktı. Bir aydır kırıktı, ayağa kalkamıyordum, oturuyordum. Bir köşede otururdum hep. Onu soyarlarken parçalayacaklarmış gibi soyuyorlardı. Onlardan kaçıp arkama saklandı. Birden ayağa kalktım. Bacağımın kırık olduğunu unuttum bile. Ayakta durdum. O da arkamdaydı. Allah şahit olsun, nasıl bir dağ yerde dururda kimse onu hareket ettiremezse, beni de geçemediler. Tırnaklarımız uzundu. Onlar arkamdaki kadına ulaşmak isteyince tırmaladım onları. Onlarda beni tırmaladı ama uzaklaştıramadılar. En sonunda askerler bana çok sinirlendiler. Her askerin bir silahı vardı. Silahların üstünde de bıçak gibi bir süngü. (Karın bölgesini yatay göstererek) Beni buramdan vurdu. Şelale gibi kanaktı. Kapının altından koridora kadar çıktı kanlar. Ama ben hissetmiyorum bile. Bir şey de görmüyorum ama kızlar çığlık atıyor. Askerler beni öylece bırakıp dışarı çıktılar. Oturdum yere. Yaramı Hibe’nin verdiği bir bezle bağladım. Allah ondan razı olsun. Karnımı iyice bağladıktan sonra bilincimi kaybetmişim. Üzerime çok su dökmüşler uyanayım diye ama benim haberim bile yok. Şuurumu kaybettim. Ebu Halid diye bir gardiyan vardı. O gün bizi görmeye geldi. Kadınlara yaralanma durumunda ne yapmaları gerektiğini öğretti. Sekiz ay boyunca bu yaranın ıstırabını çektim ve Ebu Halid bana yardım etti. Sigaraların tütünlerini boşaltıp içine tuz koyardı. Sigaraları pakete ters yerleştirirdi. Gelip o tuzlu sigaraları bana verirdi. Biraz suyla karıştırıp yarama sürerdim. Ve Rabbim beni iyileştirdi. Sonunda Ümmü Riyad’ı aldılar. Kimseye edilmemiş şekilde tecavüz ettiler. Ümmü Riyad, burnuna sürüp koklamak için kadınların ayaklarını aramaya başladı. Niye mi? Ona tecavüz eden canilerin kokusunu unutmak için. “Kokusu hâlâ burnumda, duymak istemiyorum!” diye bağırıyordu.
Faten Receb için ağladım. Emel el-Salih için ağladım.Şada el-Maddad için ağladım. Ama en çok Faten için ağladım. No: 215’te onunla tanıştığımda bana bir yıl yedi aydan beri tutuklu olduğunu söylemişti. Cemil Hasan, Hava Kuvvetleri Güvenlik Dairesi Başkanıydı. Faten’e zulmeden oydu. On beş ayını Cemil Hasan’ın ofisinde geçirmişti. Önüne bir lap top koymuşlar. Cemil Hasan’ın ofisinde masa başı çalışıyormuş. Arkasında da İranlı bir adam… Mahir Esed bile odaya girdiğinde o adama ‘Efendim’ diye hitap edermiş. Bir gün bilgisayarda çalışırken adamın fotoğrafını çekmiş. Çıldırmışlar. Tek istediği, arkasında kimin olduğunu bilmekti. Ve bunu başardı. İranlı bir Amiral idi. Onda açtıkları yaralara, ona yaptıkları şeylere dağlar bile dayanamaz. Ama o hepsine dayandı. Kafasında iğneler gördüğümde Faten için ağladım. Kanlar gelmeye başladı. Kulaklarından, burnundan, boynundan hatta edep yerinden bile… (Hasna Hariri ağlıyor). Faten bana hikâyesini anlatmıştı. Ona ilk enjeksiyonu vermelerinden sonra bile daha aklı yerindeydi. Benden Duma halkına haber götürmemi istedi. “Eğer buradan çıkamazsam, beni reddetsinler. Beni reddetmeliler. Duma halkı beni reddettikleri an, buradakiler beni öldüreceklerve ben ölmek istiyorum.” dedi. Faten, İran’ın askeri bir sitesi olduğunu söyledi bana. Habil’in kabrinin üstüne bir askeri üs kurmuşlar. Zebadani’nin üstündeki dağda. 2013’ün ağustos ayında bana vasiyetini söyledi. “Bu devrimi sürdürün. Şam, İran’dan özgür kalıncaya dek!” dedi.
Terör Mahkemesinin daha ilk duruşmasında bizi sınıflandırdılar. Mahkeme Başkanı sınıflandırdı. Adı Meymun İzzettin’di, Suveyda’dan… Dedi ki:“Suriye’deki bir numaralı terörist Hasna Hariri’dir. Suriye halkını öldürmek için öldürücü araçlar taşımıştır.” Cevap verdim:“Suriye’yi tepeden bombalayan jetler de mi benim? Allah sizden intikamımı alsın! Allah intikam alır ey zalim!” Beni götürdüler. Çıkardılar oradan… İkinci oturumda sıkıyönetim mahkemesine sevk edildim. Şube Başkanı beni ofisine çağırdı. Samir Rifai, beni odasına götürdü. İçeriye girdiğim anda masanın arkasında boş dönen bir sandalye vardı. Birden yanımda belirdi. “Bak, neler oldu Busr el-Harir’e?” dedi. Duvarda bir ekran vardı. Oradan Busr el-Harir’i gördüm. Ailemin evini gördüm. Komşularımın evini gördüm. Göğe yükselen dumanları gördüm. “Allah seni muzaffer kılsın Busr el-Harir!” dedim. “Allah seni muzaffer kılsın ey kahramanların şehri!” dedim. Bana “Yıktık!” dediği an üstüne saldırdım. Koltuğuna oturttum onu. Askerler beni almaya çalıştıkça ben de onu sürükledim. Birden bir asker bağırdı. “Samir! Vur şunu!” dedi. Samir öylece duruyordu. Alevi bir subay vardı. Size de ona da en içten dileklerimi sunmak isterim. Nereye giderse gitsin, Allah ona hayır kapılarını açsın. Ona emretmişlerdi bana vurması için. Alevi subay birden müdahale etti ve benimle onun arasına girdi. “Samir silahını bırak. Mahkeme ona cezasını verecek. Buna mahkeme karar verecek! Ben onu tek kişilik hücreye alacağım.” dedi. Yerin altı kat altında tek kişilik bir hücreye götürdüler beni. Kim bilebilirdi, Suriye’deki hapishanelerde, yerin altı kat altında hücrelerin olduğunu? Diyorlar ya kabir karanlığı diye, hayır vallahi kabir daha aydınlıktı oraya göre. Geçmeyen saatlerden sonra Samir geldi. Bayıltana kadar bana orada işkence etti. Ama Alevi subay bana karşı hep iyi davrandı. Kendi nöbetinden Samir’in nöbeti bitinceye kadar çalışmaya başlamıştı. Kırk beş gün sonra beni çıkardı.
No: 215’e geri dönüşümden sonra 48 günlüğüne beni Hava Kuvvetleri İstihbaratı bölümüne aldılar. Oradan Barzeh’teki bir şubeye götürdüler. 26 gün orada kaldım. Feyha şubesine geri gönderildim. No: 215’e döndüğüm gün İslam Ordusu beni mübadele listesine ekledi. Dera’ya gitmemin yasaklandığı bir anlaşma imzalattılar. “Benim Dera’da mülküm yok. Kudsiye’de bir evim var.” dedim. Sonra bıraktılar beni. Çıktığımdan kimsenin haberi yoktu. Kızım beni gördüğünde şok olmuştu. Ben de kırmızı bir koltuğa oturmuştum. “Bana baksana, bir fotoğrafını çekeyim” dedi. (Her iki eliyle zafer işareti yaparak) “Böyle çek!” dedim. Kızım bana küçük, dokunmatik bir telefon verdi. Cebime kızımdan aldığım 50.000 Suriye lirasını koydum. Ne bir kimliğim ne de varlığımı kanıtlayacak bir belgem vardı. “Ben Dera’ya gidiyorum!” dedim onlara. İzra’ya vardığımda etrafa baktım. Her şey çok farklıydı. Taksiciye geri döndüm. “Seni götürürüm ama 5.000 lira vereceksin!” dedi. “Sen beni götür, 1.000 lira daha veririm, 6.000 lira olur” dedim. Busra’ya geldiğimde, etrafımda beni bekleyen kitleler gördüm. Baktım ki herkes beni bekliyormuş. Bir tek kocam ve çocuklarım yoktu. Kızlarımın eşleri de yoktu. Rahmetli Doktor Hasan’a sordum. “Ebu Kasım ve çocuklar neredeler?” diye sordum. “Yurt dışına gittiler” dedi. Dedim ki: “Allah’ım sen şahit ol! Eğer eşim ve çocuklarım vatanlarını bırakıp yurt dışına gittilerse, beni hapishaneye terk edip gittilerse, kardeşin kardeşe haram olduğu gibi onları da bana haram eyle!” Doktor bana “Gel de sana nerede olduklarını göstereyim” dedi. Beni Şehitler Mezarlığına götürdü. Kim, kim diye sayayım mı? Hepsi oraya gömülmüştü.
En küçük oğlumu görmek için Ürdün’e gittim. Onu gördüğümde, Allah adına söz verdim. “Hamza! Ürdün’den sensiz asla gitmem!” dedim. (Hamza’nın kabri başında ağlıyor) Bana bir bardaktan acı içirenlerin aynısından içtiğini görsem rahatlayacağım. Elbet bir gün gelecek! Beşşar ve cuntasını, bizi tuttukları gibi hapishanelerde göreceğim inşallah!
Dera’yı terk etmedim. Suriye’yi de terk etmedim. Şimdi Ürdün’de yaşıyorum. Bu bölge halen Harran Ovası diye bilinir. “Burası Harran Ovası” denildiğinde nasıl mutlu oluyorum, anlatamam. Burası Harran Ovası… İçim her sıkıldığında, evimi özlediğimde ve hasret ağır geldiğinde Ürdün sınırına giderim. “Sevgili kızım Suad! Sana yemin olsun ki, Rabbim sen de şahit ol! Rabbimin şahitliğinden sonra eğer Allah’ın izniyle bu savaşı kazanırsak, yaşadığım tüm korkunç anıları unutacağım! Suriye’ye geri döneceğim! Ürdün’den yalınayak yürüyerek Busra el-Harir’e varıncaya kadar… Bu benim yeminimdir. Suriye’ye dönüşümle gurur duyacağım!”
*Aşağılık Esed rejiminin Suriye’deki zindanlarından kurtulmayı başaran beş kişiden biri olan Hasna el-Hariri’nin yaşadıklarını anlattığı “Ey Özgürlük” isimli Arapça belgesel, gencmuslumanlar.com sitesi tarafından Türkçeye çevrilmiştir.