“De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9)
Sözlükte “bilmek” anlamına gelen ilim (العلم) genellikle “bilgi” ve “bilim” karşılığında kullanılır. Klasik sözlüklerde “bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması, tümel ve tikellerin kavranmasını sağlayan bir sıfat” gibi değişik şekillerde tarif edilmiştir. “Bilgisizliğin (cehl) karşıtı” biçiminde de tanımlanır.

Geçmiş âlimlerimiz ile ilgili birçok habere, onların tahsil ve talebelik günlerinde yoksulluklar, acılar, engeller ve zorluklarla dolu ilim hayatlarında karşılaştıkları sıkıntılara ve çeşitli olaylara rastlıyoruz. Unutulmamalıdır ki bolluk ve rahatlık içerisinde olduğumuz bu dönemde ilim uğrunda hiçbir çaba ve gayret içerisinde olmazsak geçmiş dönemlerde yaşayan ve nice sıkıntılar çeken âlimlerimiz bize haklarını helal etmeyeceklerdir. Nitekim onlar bu sıkıntıları diğer nesiller oturup çalışmasın ya da hemen hazıra konsun diye çekmediler. Bilakis yeni nesle bir ışık olalım ve bu ilimlerin ışığını daha da ileriye ulaştıralım diye çalıştılar ve nice sıkıntılar çektiler.

Değerli kardeşler,
Âlimlerimiz ilim uğruna yani ilmi öğrenip aktarma uğruna bazen yollarda yorgun ve bitkin düştüler çünkü o zamanlar uçak, jet, helikopter araba falan yoktu. Yolculuklar ya yürüyerek ya da binekle, çöle en dayanıklı hayvan olan deveyle yapılırdı. Yolculuklar kimi zaman günler, haftalar hatta yeri geldi mi aylar bile sürerdi. İşte burada en büyük imtihan yani sabır devreye girerdi.
“İlmin en büyük düşmanı, sabırsızlıktır.”
Tabi sadece sıkıntılar yol ile bitmiyordu. Âlimler; bizim sabah namazı uğruna dahi bölemediğimiz uykularından, rahatlarından, huzurlarından ve diğer zevklerinden vazgeçtiler.
İmam Malik ve Leys’in ashabından Abdurrahman b. Kasım el-Uteki el-Mısri ile ilgili şöyle bir bilgi gelmiştir:
Kendisi der ki:
Fecir vaktinde Malik’e geldim ve ona birkaç mesele sordum. Onu bu vakitte gönlü ferah bir şekilde buluyordum. Bundan sonra da her seherde yanına geliyordum. Bir defa eşiğinde uzanmıştım. Uyku bastırınca uyudum. Malik mescide çıkmış ve ben bunu hissetmemiştim.
Siyahi cariyesi ayağıyla beni dürttü, “Efendin çıktı. O senin gibi gafil değil, şu an kendisi doksan üç yaşında, sabah namazını çoğunlukla yatsı namazının abdestiyle kılar.” Dedi. Bu kadar sık yanına uğramasından ötürü siyahi cariye zannetti ki o onun efendisi.

Ebu’l-Kasım der ki:
“Malik’in kapısında on yedi sene kaldım. Orada ne bir şey sattım ne de bir şey satın aldım.” Yine devamla der ki: “Ben yanındayken bir Mısır hacısı bize doğru yaklaştı ve bir gördük ki yüzü sarılı bir gençmiş, yanımıza girdi ve Malik’e selam vererek şöyle dedi:
“İbn Kasım içinizde mi? Ben işaret edilince gözlerimden öperek bana yöneldi. Ondan güzel bir koku hissettim ki meğer bu çocuğumun kokusuymuş. O gelen benim oğlummuş.” İbn Kasım çocuğunun annesini ona hamileyken bırakmıştı. Hanımı amcasının kızıydı. Uzun süre seferde kalacağından onu kendi tercihine bırakmış, o da evinde kalmayı tercih etmişti.
“İlim; fakirlikte servet, zenginlikte zinettir.” (Zübeyr Bin Ebubekir)
Âlimler çıktıkları yolculuklara, fakirliğe, geçim zorluğu ve bunların verdiği acılara sabrederek çıktılar. Yeri geldi giyeceklerini ve yatacaklarını bile satmak zorunda kaldılar. İlim tahsili uğruna yaptıkları yolculuklarında kavurucu sıcaklarda günlerce aç ve susuz kaldılar.
İmam Ebu Hatim, ilim tahsili için yolculuk yaptığı esnada karşılaştığı meşakkat ve sıkıntıları şu şekilde anlatıyor:

Gemiye bindik ve hareket ettik. Rüzgâr yüzümüze çarpıyordu. Bu vaziyette üç ay yolculuk yaptık. Ruhumuza darlık geldi. Yiyeceğimiz tükendi. Artık kırıntılarla idare ediyorduk. Karaya çıktık, günlerce yürüdük. Artık ne bir ekmek kırıntısı ne de bir damla suyumuz vardı. Günlerce ve gecelerce hiçbirimiz bir lokma yemeden yürüdük. Gündüzleri yürüyor, geceleri namaz kılıyor ve olduğumuz yere yığılıp kalıyorduk. Bedenlerimiz açlıktan susuzluktan ve hastalıktan yorgun düşerdi. Yolculuğun üçüncü gününün sabahı, yürümeye başladık. Bir müddet sonra Şeyh Merveruzi, ölüm baygınlığı ile yere yığıldı. Sarstık, silkeledik ama aklı başında değildi. Onu orada bırakmak zorunda kaldık. Ben ve arkadaşım Neysaburi, bir veya iki fersah yürüdük. Ben de bitkin düştüm ve bayıldım. Arkadaşım da beni bıraktı gitti.
O yürümeye devam ederken, birden, gemilerini karaya yanaştıran insanlar görmüş. Musa kuyusunun yanına konaklamışlardı. Onlara, elbisesini sallayarak yerini haber vermiş, koşup yetişmişler. Ona bir kap içinde su getirmişler ve elinden tutmuşlar. Onlara:
“Yetişin! İki arkadaşım, susuzluktan baygın düştüler.” demiş. Bir adamın yüzüme su serptiğini hissettim. Gözümü açtım.
“Bana su verin.” dedim. Bir bardağa az bir şey su döküp bana verdi. Kendime geldim.
Birazdan yine su getirdi, su istedim, yine suyu verdi ve elimden tuttu.
Dedim ki:
“Arkamda yaşlı biri var o da susuzluktan bayıldı.”
Adam,
“Müsterih ol. Ona da birileri gitti.” dedi. Elimden tuttu, ayaklarımı sürüyerek yürüdüm. Bu arada su yudumlamaktaydım. Gemiye ulaştık. Birazdan üçüncü yaşlı arkadaşı da getirdiler. Gemidekiler bize çok iyi muamelede bulundular. Birkaç gün yanlarında kaldık ve kendimize geldik.”

Sonra gemidekiler, Raye denilen şehrin valisine yazılmış bir mektupla bize yiyecek, içecek ve buğday kavurması da vererek bizi yolcu ettiler. Yola düştük. Aynı şekilde elimizde ne su ne yiyecek kalıncaya kadar yürüdük. Deniz kıyısında aç, susuz yürüyorduk. Karşımıza bir deniz kaplumbağası çıktı. Bir taşı kullanarak kabuğunu kırdık, içinden yumurta sarısı gibi bir şey çıktı. Sahilden kaşık niyetine midye kabukları topladık, bu sarı şeyi yudum yudum içtik, açlığımız ve susuzluğumuz geçti.”

Gurbette olmaları dolayısıyla çoğu zaman uzun süre aynı elbiseyi giymek zorunda kaldılar. Ve bazen kışı paltosuz geçiren âlimlerimiz vardı. Gurbet elbette ki kolay bir iş değil, insan gurbette nasıl para kazanır? Onlar gurbette ve yolculukta belki mallarını ve harçlıklarını kaybettiler ama en önemli olanı kazandılar yani cennete giden yolu. Bu zorluklara katlanan âlimlerimiz sıkıntılı anlarda bazen kitaplarını kaybettikleri ya da satmak zorunda olduğu zamanlar vardı.

Geliniz bir de şimdiki gençlerimiz veya neslimiz nasıl bu mirasa sahip çıkıyor bir bakalım:
Bu ülkede yakın tarihte İslam’ı köreltmek ve bölgedeki insanları bilgiden mahrum bırakmak için modernlik ve çağdaşlaşma adı altında kanunlar çıkarıldı. Modernleşme ve çağdaşlaşma adına kim örnek alınıyordu? Hıristiyan, Yahudi veya inkârcı insanlara benzemeye çalışıyorlardı. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (s.a.s.) “Kim bir kavme benzemeye çalışırsa o da onlardandır.” (Ebû Dâvud, Libâs, 4/4031) buyuruyor. İşte Müslümanları, onlara benzettiler.

Bu ülkede harf inkılabı ile ülkenin en iyi âlimi, sabah kalktığında o ülkenin harflerini tanımıyor olarak uyandı. Nitekim bu bir insan için gerçekten çok zor bir hadise. Bir düşünün, bugün kullanılan Latin alfabesi yarın Arap alfabesiyle değişecek olsa insanların hali ne olurdu?
İşin hakikati, İslam’ı ve ona gönül verenleri köreltmek için yapıldı bunlar. Bu ülkenin âlimlerinin, dinin ve ilmin simgesi olan sarık ve cübbeleri yasaklandı. Peki, yerini neye bıraktı? Frenk’in şapkasına bıraktı yerini. Müslüman insan, batı hayranlığı karşısında Allah’ın düşmanlarının kılık kıyafetini giymek zorunda kaldı. Hilafet kaldırılıp Müslümanlar başsız bırakıldı. Din ve devlet işlerini birbirinden ayırıp Kur’an eğitimini yasakladılar. Ve bu uğurda nice âlimleri şehit ettiler. Kur’an eğitiminin yasak olduğu dönemlerde insanlar cahil kalmamak için evlerinin pencerelerini tahtalarla kapatıp karanlıkta dinine, kitabına yoğunlaşırdı ama yakalansa neticesi ya hapis ya da idam olurdu. Kur’an eğitiminin yasak olduğu zamanlarda kimse Kur’an ve ilim öğrenmeye cesaret edemiyordu.

Bir gün Süleyman Hilmi Efendi Hazretleri birilerine ilim öğretmek ister ama öğretecek kimse bulamadı. Bir işçi pazarına gitti. Orada birkaç kişi bulup onlara: “Size yevmiyenizi versem gelip yanımda ilim ve Kur’an öğrenmek ister misiniz?” dedi. İşçiler: “Neden olmasın?” dediler. Ve eğitim Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin evinde bir devam ettikten sonra askeri yönetim onları fark etti. Onlara orayı yasakladı. Ve Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri çözümü tren garında buldu her gün trenle farklı bir şehre gidip gelerek öğrencilerine trende eğitim verdi. Ve öğrencileri başarılı bir şekilde eğitimi tamamladı. Öğrenciler eğitimini tamamladıktan sonra arkadaşları onlara, “Hangi fakülte mezunusunuz?” diye sorduklarında onlar: “Tren fakültesi mezunuyuz” derlerdi.

Bu haberleri ve olayları kaydeden satırlarda, sessiz fakat çok büyük dersler görüyoruz. Okumuş gençlerimizin, öğrenme çağında olan neslimizin ve bu büyük mirasa karşı kadirbilir olmayan her insanın onları duymalarını istiyoruz. Duysunlar da hazır nimetler ve devşirilmiş nefis meyveler olarak önlerine serilen İslami ilimlerin kadrini anlasınlar. Böylece hem bu ilimlerin hem de bunları elde etmek, yazmak, nakletmek, öğrenmek ve sonrakilere aktarmak uğrunda harcanan müthiş ve ezici gayretlerin kıymetini bilsinler. Atalarımızın dediği gibi; ‘Geçmişini bilmeyen geleceğine yön veremez’ şiarıyla ilmi öğrenme ve aktarma yolunda geçmişimizin yaptığı çalışmaları göz önüne getirerek ve bize miras olarak bıraktıkları rahat ortamdan faydalanarak daha azimli bir şekilde ilmi öğrenme ve aktarma yolunda emek sarf etmeliyiz.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?