Ruhunu arayan adam, fecir vakti kendini sokağa attı. Şehrin gürültüsü, seslerin uğultusu, insan kalabalıkları yoktu. Hiçbir şey daha önce gördüğü gibi değildi. Gördüğü dahi, bildiği gibi değildi. Dilinden düşürmediği o şiiri hatırladı:
Şahmerdanlar gömmektedir şimdi aşkımızın göğsüne yadırgı hüzünleri/Kaypak bir çamur olan mayamız kinle bereketlenmektedir/Uyuyan bebekleriyle üşüyen köpeklerini bir yana bırakıp bir sabah vakti/Dudaklarımda direnmiş yüreklerin isyanını taşıyan keskin bir ıslık/Ellerim ceplerimde bu şehri yerle bir edersem bana deli, bana çılgın diyecekler biliyorum.
Ruhunu arayan adam, saatler sonra açılacak olan ve hiçbir miskinin, zayıfın, garibin giremeyeceği bir AVM’nin önünden geçti. Onca zenginin yoksulluk edebiyatı yaptığı bir çağda yaşıyor oluşu, ruhunun derinliklerinde bilinmeyen bir acıya sebep oluyordu:
Gönlümü asi bir tohuma gizleyerek toprağa gömüyorum/Bu şehir ki amansız, göğünü bile çekti üzerimden/Dörtnal koşan ayağına şiirimin bukağılar vurdu/Yürütünce fillerini zarif ve soylu Arap atlarının üzerine/Ebabil kuşları uçuruyor bir adam, gözünün bebeğinde…
Ruhunu arayan adam, “Ne ölümün hüznü var, ne hayatın neşesi!” diye seslendi, sahilde attığı adımlarla konuşurken. “Allah’tan başka hiç kimseyi razı etmeye ihtiyacın olmadığını fark edene dek, özgürlüğün ne olduğunu anlamayacaksın!” dedi:
Bilinmez mi elimiz değdiğinde buz gibi pınarların köze kestiği/Yürüdüğümüzde dağların yok olduğu/Öfkeyle bıraktığımız soluğun, nice görkemli taş tapınakları yerle bir ettiği bilinmez mi?/Ahdimi kavruk ağaçlara, kanadı kırık kuşlara, yivleri aşınmış bir tabancaya/Bir de yetim çocuklara/Utancından küçülüvermiş haritalara, yani; onurlu yorumlayıcılara bırakıyorum…
Ruhunu arayan adam, kâğıt arayan bir kâğıt toplayıcısına rast geldi. Selam verdi, selam aldı. Çünkü o, aradığı ne olursa olsun arayan herkesi seviyordu. “Kim derdimi taşırsa, kim benden sıkılmazsa, kim hatamı bağışlarsa ve kim Rabbimi bana hatırlatırsa, o beni seviyordur.” diye düşündü:
Ben ki saçına çokça aklar berkitilmiş bir Semûdum/Ağlamak için başına uygun duvarlar arayan/Unutulmuş çiçekleri tozlu raflar arasından, el değmemiş kitaplardan/Yüreği üzere koyup örselemeden çıkaran her kelimeyi/Her kelimeyi gereği üzere akıp giden hayata uygulayan/Karanlık kuyulara sarkıtılmış bir Semûdum…
Ruhunu arayan adam, bir dervişe: “Halin nicedir?” diye sormuştu. Derviş: “Kâinatı tanıdıkça hayretim, insanları tanıdıkça korkum, kendimi tanıdıkça kaygım çoğalıyor.” demişti:
Şimdi ölümden arta kalan acılar yazılıyor bizim alnımıza/Tasdikli mühürlü kâğıtlarımıza/Güneş döner, ay peşimizde, vay gülüm!/Bu çılgın adamlar sığmaz dünyaya/Ve korku içimizde, uzanıp yatmış köpek!/Anten olmuş her sese, kulak kabartmış köpek!
Ruhunu arayan adam, bankın üstünde uyuyan bir çocuk gördü. Üstündeki yırtık ceketle üşümemek için iki büklüm olmuştu. Çocuk, sadece çocuktu. O da bir ananın evladı, bir babanın yavrusuydu. Sokak çocuğu tabirinden nefret ederdi. Çünkü sokak, çocuk doğurmazdı. “Kuyudayız” dedi Ruhunu arayan adam ve “Yolu düşmüyor hiçbir kervanın…”
Biliyorum, biliyorum bir ada gibi coğrafya atlasına/Sınırları kanla değil kalemle çizilmiş bir ülkeyi/Bankalar, bankerler, tröstler, tecimevleri/Kravatlı, rüzgârsız saçları, boyalı potinleri/Yüzleri kara bir gecede ışıldayan faiz hadleri/Cepleri teberru çekleri, piyango biletleri/Evleri tıka basa ölü çocuk kemikleri/Yanmış genç bedenleri, acıyla yok edilmiş adam iskeletleri/Biliyorum, basarak kan deryasına yürüyor onlar/ Ve ayaklarının altı lekesizdir, biliyorum…
Ruhunu arayan adam, bir caminin önünden geçti. “Açın caminin pencerelerini! Her yere temiz hava gitsin!” dedi:
Ben kendimi sokaklara karşı denemedim/Çekilirken üstümden boz bulanık sel suları, önce hüznü belledim/Su verilmiş çeliklerden sabrı bilendim/Birçok harfi sağır olan alfabeden, karanlığın buzul topraklarında/Bir kar çiçeği gibi göğermeyi öğrendim/Ben kendimi sokaklara karşı denemedim…
Ruhunu arayan adam; Müslüman’a kan kusturmuş bu çağın dağdağasına, gözleri kör eden haramlarına, her şeyin bir sırası var deyip de hiçbir şeye yetişemeyenlere, öyle biri değil dediğimiz herkesin öyle biri çıktığı bu asra yemin ederek şunu söyledi: “Kazdığı kuyuya düşenler bile kendini Yusuf zannediyor…”
Onlar hep benziyor biri birlerine/Kendini dinleyen bir böcek gibi duyargalarını içlerine çevirdiklerinde/Zalimdir, gururludur, yeryüzü titrer yürüdüklerinde/Bilirler her şeyi bakışları keskindir de/Bir ağır makinalı saniyede kaç mermi atar, bir çırpıda söylerler de/Yeni açmış bir çiçeğe eğilen adam, zindana atıldığında da Fatiha okur; bu bir…/Sakalı zorla kesilmiş birisi; sarıklı, cübbeli, sakallı bir gizli kimlik taşımıştır/Ve bir kaya kütlesi oluncaya kadar dağlara bakmamaya yemin etmiştir. Bu iki…/Sonbahara direnmiş, kışı göğüslemiş ağaçlar, illa da patlatacaklardır domurlarını ilkbahara/Ve yaz hasat mevsimidir. Bu üç…/Bilmedikleridir ve onlar hep birbirine benzemektedir.
Ruhunu arayan adamın gözleri, lüks bir mağazanın vitrinine takıldı. Süslenmiş onca şeye rağmen, güzelliğin vitrinlerden çıkmayacağına hükmetti. Kendi kendine “Güzel kendini gösterir, sen gözlerini hazır tut!” dedi:
Biliyorum ana, biliyorum/Bedenimde bu zulüm, kara geceyi bir örtü gibi düşlerimize saran/Berrak sulara bir damla kan olup yayılan, günlerde eriyorum/Sabır sayfaları okunup üflenmiş yüreğime, ben ki korkulara efsunluyum/Akrep topraklara beleyip, avucuma yılan kavisler sürerdin de/Saçıma ki ana, deli çırpınmalar eklerdin/Dâneleyin ekilmezsem vay beni!/Gök tırpanla biçilmezsem vay beni!/Senin için dâre çekilmezsem vay beni!/Ey bu harfi yüreğime ilikleyen, ayetini buğdayıma çizen yâr…
Ruhunu arayan adam, “Herkes çocuklara iyi bir dünya bırakma derdinde olduğunu söylüyor. Oysaki, bu dünyaya iyi çocuklar bırakabilsek mesela daha iyi olmaz mıydı?” dedi:
Savruk yapraklar ağlıyor şimdi güzün kararttığı suyumuzda, sarı ve savruk/Yanık yanaklarımızı sürüyor toprağın serin ve diri yüzüne/Ben şiirini söylemedim daha/Dıştan durgun ve sessiz/İçten içe lavlarını kaynatan bir yanardağın/Yuvası dağıtılmış kartalların/Ve gözlerine sonsuz hüzünlerin mili çekilmiş çocukların, şiirini söylemedim daha…
Ruhunu arayan adam, “Dünyadaki tüm dağları aşsam bile, aklım hep takılıp düştüğüm taşta kalıyor.” dedi:
Vurulduğu gece, toprağa düştüğü yere, taşlardan bir kin anıtı olarak döşekler yapılmamış/Kanlısı kargıçlanmamış/Ve ölümün ter-ü taze gözlerine, çok renkli bir nakış olarak işlendiği gömleğine/İncecik kadın yüreklerle/Evlat, îyal, ana, bacı seslerle/İlençlerle ağlanmamış/Kimsiz, kimsesiz, bir ölü gibi yatırılmış unutulan yüreğin hey…/Şiirini söylemedim daha…
Ruhun arayan adam, “Bir insana her şeyini verince, hiçbir şeyi oluyorsun.” dedi. Sonra şu şiiri okudu: Beni dinle ey kadı!/Bozuldu işin tadı/Zulümse bunun adı/Kenan yapsa da aynı/Yunan yapsa da aynı.
Uzun, nefeslerle düşünmekten sakınan bir güneş/Minicik serçelerin yumulmaz gözlerine gizlenerek bir çırpıda çakılıyor arza/Ben o zaman elimi kaldırıp el yordamıyla, gözü bağlı tetiğe dokunuyorum/Yaşamanın sivri yanları çakılıyor göğsüme/İnsanlar kayıp gidiyor tırnaklarımın arasından/Göğsümde kargılarını unutuyorlar/Ben yine on ikiden vuruyorum/Atlayıp üstüne şavkı vuran sözcüklerin, gümüş sağrılı küheylanı yormadan, dörtnal koşturuyorum.
Ruhunu Arayan Adam, ruhunu ararken adam olduğunu fark etti ve ruhunu Allah’a teslim etmeden önce son olarak şöyle düşündü: “En son ölüm gelir, yine de erkendir deriz.”
Ben, akkor demirlerle ağlamak köprülerini dağlayan cerrah!/Kanayan bir yaraya nârâlar çiçeklendiren/Yitik çocukların rahmi sıla közlerine bastığı/Bu umut merhemini kararan göğe, düşen yaprağa, hasretinden çatlamış toprağa sürüyorum…
*Şiir: Semud – Cumali Ünaldı Hasannebioğlu