Otelden Mescid-i Aksa’ya gitmek üzere kalkacak olan otobüse yetişmek için sabah saat 04.30 gibi uyanmış ve 20 dakika içinde telaşla hazırlanıp aşağı inmiştik. Heyecandan bavulumu bile indirmiştim. Aşağıda rehberimiz Numan Hoca beni bavulumla görüp “Neden bavulunu indirdin?” diye sorunca biraz şaşkınca ve gülerek “Telaştan…” diyebildim sadece…
Son günümüzdü… Daha orada olduğumuzu bile idrak edemeden ayrılacaktık… Ama ben hüzünlü bir ayrılık olacağını tahmin ederken tam aksine coşkulu ve umut dolu bir ayrılık oldu elhamdulillah… Kalbimize -oraya defalarca gideceğimize, sevdiklerimizle omuz omuza özgürce namaz kılacağımıza ve nice güzel insanın ayaklarını okşayan o toprakları özgürlüğüne kavuşturacağımıza dair- umutlar ekerek döndük Allah’ın izniyle.
Sabah namazından sonra orada tanıştığımız, Almanya’da yaşayan Türk asıllı kardeşimizle sözleştiğimiz kahvaltı için yakınlardaki bir fırından oranın uzun ve oval diyebileceğimiz simitlerinden ve biraz ilerideki bir dükkândan da oraya has olan felafel köftesinden alıp Mescid-i Aksa’ya döndük. Kubbetü’s-Sahrâ’nın hemen önündeki öpülesi taşların üzerinde oturup ezgiler eşliğinde yaptık kahvaltımızı. Daha sonra yaklaşık bir saat sonra otele dönmek üzere her birimiz Mescid-i Aksa’nın farklı köşelerine dağılarak serbest vakit geçirdik. Ben Kubbetu’s-Sahrâ’nın hemen karşısındaki bir yükseltide bağdaş kurarak yıllardır hasretini çektiğim Mescid-i Aksa’yı -doya doya diyemeyeceğim- uzun uzun izledim. Güneşin doğuşuna avludaki kediler, kuşlar ve yanımda olmasını çok istediğim canım kardeşim İrem’in hediyesi olan üzerinde “Allah bize yeter” yazısı olan defterle beraber şahitlik ettik. Bir yandan bu güzel anları unutmamak için deftere birşeyler yazmaya çalışırken bir yandan da gözlerimi Kubbetü’s-Sahrâ’dan alamıyordum.
Saat 09.00’da otelde olmamız gerektiği için Mescid-i Aksa’dan ayrılıp otele kadar yürüdük. Otelde toplu olarak istettiğimiz hurmaların satıcısıyla yarım yamalak İngilizce ve Arapçamızla pazarlık yapmaya çalışarak hurmalarımızı aldık. Ve artık otelden ayrılma vaktimiz gelmişti…
Kadim Kudüs şehrinin, yani selamet beldesinin girişi olan Bâbu’l-Amûd/Bâbu’ş-Şam denen kapının yakınlarında otobüsten indik. Yakın zamanda bu kapının önünde kardeşlerimizin şehit edilmesiyle bu kapıya Babu’ş-Şuhedâ (Şehitler Kapısı) ismi de verilmişti. Şu an Unesco’nun koruması altında olan bu kapı, ihtişamlı bir görüntüye sahiptir. Darusselâmı çevreleyen surlar, Kanuni Sultan Süleyman zamanında inşa edilmiştir. Bu surlar 4,5 kilometre uzunluğunda ve surların en büyük kapısı Babu’l-Amûd’dur. Yahudiler şehre girmeden önce kapının kenarına ellerini sürüp onu öperek geçerler. Çünkü Davud şehri dedikleri bu şehir onlar için de kutsaldır. Ellerini sürüp öptükleri mekanizmaya “mezuza” derler. Bunun içinde tanrının gözünün olduğuna inanırlar. Yani içeriye gireni gördüğünü ve kaydettiğini düşünürler. Biz ise selamet beldesine “Bismillah” diyerek ilk adımlarımızı atmış olduk…
Her birimiz Kadim Kudüs’ün sokaklarında gezmeye başladık. Daha önce Mardin’de kaldıysanız hiç yabancılık çekmeyeceğiniz bir yer Kadim Kudüs. Sokaklar, çarşılar, kiliseler, taşlar… Birçok benzerlik gördük Mardin ve Kudüs arasında. En çok da yaka kartımızda Türkiye bayrağını görünce bizi kucaklayan, cana yakınlıklarıyla içimizi ısıtan insanlarla karşılaşmamız bize Kudüs’te olduğumuzu unutturmuştu… Özellikle yaşlı bir amcanın bakışları ve iç çekişi beni derinden etkilemişti. Kafile hâlinde Mescid-i Aksa’nın her bir köşesini yeni yeni keşfetmeye başlamışken grubumuzun uğultulu konuşma sesleri arasında bir anda bu amca dikkatimi çekti. Başında kırmızı beyaz puşisi, üzerinde de gri bir yelek ve şalvar vardı. Yüzündeki kırışıklıkların arasında neredeyse kaybolan gözleriyle bize bakarak ve iç çekerek, kısık bir sesle sadece şu kelimeler döküldü dilinden;
“Yâ ehle Turkiya… Ya ehle Turkiya…”
Ve daha sonra ellerini arkasında bağlayıp başını önüne eğerek yavaş yavaş yürümeye devam etti zeytin ağaçlarının arasında…
Kadim Kudüs’ün dışına çıkıp Babu’l-Amûd’un hizasında yürürken uzaktan dar gibi görünen yaklaştıkça aşağı doğru genişleyen bir mağara ile karşılaştık. İlluminati’nin yıllık toplantılarını yaptığı bu mağaranın Hz. Süleyman’ın mağarası olduğuna inanılıyor. Mağarayı da geçtikten sonra alışveriş yapmak üzere hocalarımızdan ayrıldık. Daha sonra Mescid-i Aksa’ya dönerek Kıble Mescidi’nin önünde hocalarımızı beklemeye koyulduk. Bu arada Sefa Abla ve Annesi ile tanışıp muhabbet ettim. Tanışıklığımızı sürdürebilmek için birbirimize numaralarımızı verdikten sonra hocalarımızla beraber ekmek arası felafel yemek üzere Mescid-i Aksa’dan ayrıldık. Hristiyan ve Yahudilerin yaşadığı sokaklarda biraz gezindikten sonra hocalarımızla beraber bir çay ocağında oturup muhabbet ettik. Ve tekrar Mescid-i Aksa’ya döndüğümüzde ikindi vaktiydi…
Arkadaşlarımla beraber abdesthaneye doğru ilerlerken yağmur yağmaya başladı. Onlar abdest almak için içeri girdiler ben de kaldırımın zeytin ağaçlarına en yakın kısmında durdum. Yağmuru, zeytin ağaçlarını ve bastığım taşları görmeye hasret kaldığım dostumla kucaklaşır gibi kucakladım onları. Annemden bile daha sıcak geldi o ân… Sonra tatmin olmadım ve kaldırımdan inip toprağa bastım. Zeytin ağaçlarının arasında yürüdüm. Orda olduğumu idrak edebilmek için zeytin ağaçlarına dokundum. Yerden bir taş aldım ve onu sakladım. Hâlâ toprak kokusu var o taşta… Özledikçe kokluyorum, kokusu geçmesin diye de dua ediyorum… Mescid-i Aksa ile birbirimize anlatacağımız çok şey vardı ama ikimiz de hiçbir şey söylemeden sadece gözyaşlarımızla eşlik ettik birbirimize… Bir anne çocuğundan koparılırken ne hissediyorsa aynısını hissettim. Yavrusunu tilkilere emanet edip gitmek zorunda kalan bir anne ne hissediyorsa ondan farksızdı hissettiklerim. Sanki gelişimize sevinip bir ilk gün ağlamıştı Kudüs; bir de gideceğimiz gün ağlamıştı hüznünden…
Kudüs’e, Türkiye’deyken çok severek aldığım ve eskimesini hiç istemediğim ayakkabılarımla gitmiştim. Akşam namazı vaktinin gelmesiyle zeytin ağaçlarından ayrılarak Kıble Mescidi’ne gitmiş ve ayakkabılarımı kapının yanındaki raflardan birine koymuştum. 15-20 dakika sonra mescitten çıktığımda ayakkabımın yerinde olmadığını gördüm. Uzun uzun arayıp bulamayınca görevlilerden istediğimiz terliği giydim ve grubumuzdan bir abla ile beraber rehberimize danışmaya gittim. Biri büyük ihtimalle ayakkabısını benimkiyle karıştırmıştı çünkü raflarda benimkine çok benzeyen bir ayakkabı vardı ve biz aradığımız süre boyunca ve sonrasında da kimse o ayakkabıyı almadı. Rehberimiz Numan Hoca, ancak yeni bir ayakkabı alabileceğimi söyledi. Tam ayakkabı almaya gidecekken yatsı ezanını duyduk ve dolayısıyla namazdan sonra gitmeye karar verdik. Bu arada mescitteki çocuklar ve murabıtalardan biri de bana yardım ediyordu. Namaz bitişi son bir kez gözümü gezdirirken birkaç Filistinli teyze bir şeyler aradığımızı fark edip yanımıza geldiler. Ayakkabımın kaybolduğunu söyleyince aralarından biri Arapça bir şeyler söyleyerek elinde duran ayakkabısını yere attı. Ve ısrarla bana vermek istediğini söyledi. Dilimle ne kadar istemediğimi söylesem de kalbim o ayakkabıyı almaktan yanaydı. Çünkü o ayakkabının sahibi bir Filistinliydi ve bu benim mutlu olmam için yeterli bir sebepti. Çok severek aldığım ve eskimesini hiç istemediğim ayakkabım kayboldu diye sevineceğimi hiç düşünmezdim. Belki de o ayakkabım hâlâ Kudüs sokaklarına şahitlik etmeye devam ediyor, Allah bilir…
Bu topraklarda ayağınıza değen her taş, bir direnişçinin sapanına mermi olma potansiyeli taşıyor. Ayaklarınızın bastığı her taş bir peygamberin veya sahabenin ayaklarına şahitlik etmiş olabilir. Her toprak parçasına bir şehidin kanı dökülmüş olabilir… Bu bilinci kuşanarak Filistin topraklarında yürümek her saniyemizi daha da anlamlı kılıyordu…
Bana zillet içinde olduğumu hissettiren bir husus vardı ki, o da İsrail askerleriyle doğru düzgün göz teması bile kuramamamdı. Çünkü gitmeden önce hocalarımız, İsrail askerleriyle herhangi bir sürtüşmeye girmememiz konusunda bizi uyarmışlardı. Zira bizim herhangi bir sürtüşmeye sebep olmamız demek, bunun acısını oradaki Filistinli kardeşlerimizden çıkarmaları demekti. Saçma sapan şeyleri bahane ederek sizi durdurup sorular sorabilirlerdi. Hatta bazen gülünç şeyler de oluyordu bence; bir arkadaşımızdan Fatiha Sûresi’ni okumasını istemişlerdi mesela… Bu yüzden onların eline malzeme vermemek için göz temasından bile kaçınmamızı söylemişlerdi hocalarımız. Bu da bana son derece zillet içinde olduğumu hissettirmişti. O küçücük çocukların askerlerin gözlerinin içine bakarak haykırdıkları videoları izledikçe kendimden utandım…
Ve artık Mescid-i Aksa’dan ayrılma vaktimiz gelmişti. Kıble Mescidi’nin önünde Numan Hoca’nın öncülüğünde veda duamızı etmiş ve oralara doyamadan, özlemimiz daha da körüklenerek ayrılmıştık o güzelim topraklardan…
Kudüs’e gitmeden önce kendi kendime şöyle demiştim: “Kudüs’e gidersem gidişim, ümidini yitirmişlere ümit olsun diye bir yazı yazacağım. Ve kendini realiteye kaptırıp farkında olmadan ümitsizliği kalbine yakıştıran büyüklerime sitem edeceğim.”
Biz küçükleriniz olarak daha çok tecrübesiz ve hayalperest olabiliriz. Siyaseti de sizin kadar iyi bilemeyebiliriz. Belki de bunca şeyi bilmeyişimizdendir hayalperest oluşumuz, size de haklılık payı vermiyor değilim… Ama sizden ricam; bir kıta dolusu aç ve susuz insanın yaşadığı ve bir o kadarının sebepsizce işkence görüp öldürüldüğü bir dünyada, güçlükle ümidimizi ayakta tutmaya çalışırken bari siz bizi ümitsizliğe düşürecek sözler söylemeyin…
Dört beş yıl öncesine kadar Mescid-i Aksa’ya gitmek bir hayaldi sadece. Ama şimdi Rabbimizin lütfuyla Mescid-i Aksa’ya gittik, hem de maddi anlamda çok az bedel ödeyerek, sadece inandık ve dua ettik. Bunun maddi imkânlarla alakası olmadığını bir kere daha görmüş olduk. Ve nihayet anladık ki bize imkânsız gelen nice şey Rabbimizin sadece “ol” demesinden ibarettir.
Allah’ım, bize bu nimeti lütfetmendeki hikmeti kavramayı ve şükrünü hakkıyla eda etmeyi nasip et… Âmin…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?