Hayat; anne karnında geçirilen süre ile dünyaya geldikten sonra ölüme kadar geçen sürenin toplamı kadar değildir. Evveli ve ahiri de vardır. Yani anne karnına girmeden evvel dünyaya gelmek için ruhlar âleminde bekleyen, öldükten sonra da yine toprakta çürüyen bedeniyle var edilmeyi, yeniden diriltilmeyi bekleyen ruh… Türlü lezzetleri tüketirken sadece sıkıntıya girdiğinde Rabbini hatırlayan insanoğlu, nankörlüğü zirvede yaşayan ve bolluğa kavuştuğunda da aynı cüretkârlığı gösterip ulaştığı refahın kendi başarısı olduğunu telakki eden kaba bir varlık… İnsanoğlu, hayatı tatlı bir soluk olmaktan çıkarıp acı bir meyveye dönüştürmesini pek de iyi bilir.
İnsan, Allah’ın fermanına boyun eğerek yaratıcının emrettiği doğrultuda yürümeyi nefsine yediremeyip kimi zaman ilahlığa da soyunarak sınırın dışına çıkar ve isyan bayrağı kaldırır. İşte nefsin coşma noktasını oluşturan bu merhalede, onun direnişini kıracak ve zavallılığını ortaya koyacak uygulamalardan biri oruçtur. Oruç; nefsi ıslah projesidir aynı zamanda. Toplumsal dinamizmin, dayanışma kültürünün ve paylaşımın kaynağını oruç oluşturur.
Bayağılaşan ve sınırsızlığı arzulayan isteklerimizin temelinde yatan ana unsur doyumsuzluktur. Yetinmesini bilmeyen, hemen hemen her şeye sahip olmak isteyen, her yiyecek ve içecekten tatmak isteyen nefsimizin dizginlerini ele almak oldukça zordur. Bu eylemi gerçekleştirebilmek için güçlü bir inanca sahip olmak gerekir. Ruhun bedenle uzlaşısı ile dengenin sağlanacağından endişe eden nefis çırpınmaya başlar. İradesine sahip olamayıp durum karşısında boyun büken insan, sınavın en kritik noktasında yenilgiyi kabul veya mücadeleye devam demekle sınanır.
Bizim olmayan ve bizi kendisine neredeyse kul köle kılabilen bedenimiz nasılda nazlı… Onu hiç kıramayız. Üşüdüğünde ısıtmayı, acıktığında doyurmayı, susadığında susuzluğunu gidermeyi biricik vazife biliriz. Yorulduğunda dinlendirir, uykusuzluğunda uykuya geçirir, kederlendiğinde hüznü sevince dönüştürmenin yolunu ararız. Bedenimiz narin… Ona ayırdığımız zamanı kimseyle paylaşmaz, onun sağlığı için ne gerekiyorsa yapmaktan kaçınmayız. Onun varlığını payidar kılmak adına unuttuğumuz değerlerimizi durup düşündüğümüzde ihmal ettiklerimizin kayıplar hanemizdeki görüntüsü ürkütür bizi. Suçluluk duygusuna kapılırız. Yüreğimiz büyür, içine onulmaz acılar dolar.
Sevgi fedakârlık ister. Bedel ister. Sevginin karşılığı koşulsuz itaattir aynı zamanda. Hatta ona beğendirmek için kendini, hoşlandığını yapmak ve hoşlanmadığından sakınmaktır. Sorulsa asla tereddüt etmeden Allah’ı sevdiğimizi söyleriz. Onun bizden istediği emirleri yapmaya ve nehiylerinden sakınmaya iş gelip çattığında, çarpılmışa döner, ikilemde kalırız. Oysa koşulsuz itaat olmalıydı yapacağımız. Ram olmaktı ona. “Lebbeyk!” demekti bizden beklenen.
Nefis can pazarında… Oruç tutmak onun için adeta ölüm. Kendisine ölümlerden ölüm beğen denmişçesine kıvranmakta. Sahurla başlayacak ve iftarla bitecek bir günün açlıkla imtihan boyutu, ona anlamsız gelen ve olmaması gereken bir durum. Tokken işlediği günahların sınırlanacağından adı gibi emin olan nefis, terbiyeden kaçınmakta ve kurtuluş için türlü yollar aramakta. Sağdan yaklaşan şeytani vesveseler de eklenince havanın sıcaklığı, yaşının küçüklüğü, yolculuğu, hastalığı, yaşlılığı, yorgunluğu, patronu, müşterisi ve onlarca bahane.
Nefis, nefis olalı böyle direniş görmedi. Onca ısrarına rağmen ona boyun eğdirmesini bilen insan, açlık karşısında sesi soluğu kesilen ve “ne dersen tamam” deme noktasına gelen bu varlığı iyice köşeye sıkıştırmışken, Rabbine karşı kulluk bilinciyle onun rızasına ulaşmanın mücadelesini verdi. Tamamen yok olması ve de ölmesi imkânsız nefis, kısık sesiyle; “Artık yeter!” diyebildi. Onu kimsecikler duymadı. Oysa oruçlu değilken daha gür çıkardı sesi, nefesi. Giderek cılızlaşan bir ses ile varlığını hatırlatmaya çalıştı. Herkes onun yaşadığını biliyordu ama o, ne yaşadığını ne yaşamadığını bilmeye muktedir değildi. Takati kalmamıştı. Ne dedikodu, ne fitne ve ne de şehvet için adım atacak hali yoktu. Çaresiz beklemeye başladı. Ne de olsa onu taşıyan şahsın oruçlu hali sona erecek, arzusuna ulaşacağı anlar gelecekti. Bu süre boyunca itaatkâr bir varlık haline gelmesi sayesinde dil zikretmeye, kalp fikretmeye başladı.
Orucun insan ve toplum açısından önemi sadece nefsin terbiyesi ve bedenimizin bir yıl boyunca faal olarak yeme ve içmeye endekslenmesi sonrası bir aylık istirahate çekilip kendisini temizlemesiyle sınırlı değildir. Açlık içerisinde kıvranan insanların yokluk-yoksulluk halini kavramak, sabretmeyi öğrenmek, düşünce üretebilmek, koşulsuz itaati öğrenmek, ümmetle beraber senkronize bir şekilde bir eyleme başlamak ve bitirmek, bu ümmetin bir nişanesi olan uygulamayı sürdürebilmek, ibadetlerini daha düzenli yapmak ve hayatını bir aylığına bile olsa sistemli bir şekilde yaşamak gibi belki de daha bilemediğimiz birçok hikmetiyle orucun faziletlerine kavuşuyoruz.
Arınmak ve emrolunduğumuz gibi dosdoğru olmak için Rabbimizin emirlerine sımsıkı sarılmak gerekir. Hayatın anlamı bu şekilde ortaya çıkar. Mutluluk ve huzur, İslam’ı yaşamanın sonucudur. Allah’ı hayatından uzaklaştıranların mutluluk söylemleri asılsız ve yanıltıcı ifadelerdir. Yaratıcısını tanımayan, ona dua ile yaklaşmayan ve onu hissetmeyen insan, dünyalık metalarla sadece oyalanmaktadır. Bu oyalanma işi ise şüphesiz çok uzun sürmeyecektir. Bir süre sonra derin bir boşluğun içerisine yuvarlanacak olan insan, tutunmak için bir dal arayacaktır. Bu dalı uzatmak ve onların uçurumlardan kurtulmasına vesile olmak dileriz bizlere nasip olur.

Nihat Öner

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?