İnsanın tabiatıyla ilgili hâlihazırdaki ilmimiz “insanın genel olarak bilgiyi çeşitli vasıtalarla dışarıdan aldığı” şeklindedir. İnsanın “yaratıldığı” hakikatine inanmış olmak ya da biyolojik bir “evrim” içinde tekâmül ettiğini iddia etmek; bilginin elde edilmesi ile ilgili söz konusu kabule halel getirmemektedir. Böylece; “bilginin aktarılması ya da kavratılması” meselesi, hak olan bir dine inanan/inanmayan her insanın -farkında olsun ya da olmasın- gündelik hayatında bir yer işgal eder.
İnsanın yaratılışıyla ilgili Kur’ân-ı Kerîm’de anlatılan sürecin bir bölümünde, Hz. Adem’in meleklerden üstünlüğünün sebeb-i hikmetinin “eşyanın isimlerini saymış olabilmesi” zikredilir (Bakara, 30-33). Kur’ân ayetleri, eşyanın esmasının öğretilmesinin evvelinde Hz. Adem’in zihin havsalasında (tabula rasa) bir bilginin olup olmadığı hususuna netlik getirmiyor. Ancak, Allah’ın Hz. Adem’e “öğrettiği” şeylerin onu meleklerden üstün kıldığı açıkça ifade ediliyor. Üstelik meleklerin Hz. Adem’in yaratılmasıyla ilgili ilahi buyruğu haber aldıklarında dile getirdikleri “Yeryüzünde kan dökecek ve bozgunculuk yapacak birini mi yaratacaksın… (Bakara, 30)”cümlesi henüz bir öğrenme süreci gerçekleşmeden önce insanın melekler nezdindeki yerini göstermesi açısından önemlidir. Bir başka dikkat çeken nokta da; meleklerin bu cümlesine, insanın kan dökme ve bozgunculuk yapma istidadı bağlamında ilahi bir itirazın gelmemiş olmasıdır. (“İnsanı fıtrî olarak bıraktığımızda ya da herhangi bir eğitim-öğretim sürecinden geçirmediğimizde ortaya nasıl bir sonuç çıkardı acaba?” sorusuna verilen cevapları, meleklerin bu cevabıyla birlikte ele almak, insanla ilgili ön kabul/yargıları daha açık bir şekilde ortaya koyabilir.)İslâm’ın ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm’in konuyla ilgili ayetleri referans alındığında insanlık tarihinin ilk eğitim-öğretim safhasında ilahi bir dokunuşun olduğu ortadadır. Bu dokunuşun tesiri ve neticesi olarak ortaya çıkan bilginin gerek meleklere gerekse ilk insanın kendi nesline aktarılması da yine “haber vermek” yoluyla bir öğretme sürecinde gerçekleşmiştir.
Bu ilk öğretme / ilk öğrenme / ilk öğretimüzerinden kaç bin yıl geçti bilemiyoruz, ama 2018 yılında ve hiç şüphesiz bundan sonra yaşanması muhtemel yıllarda insanlığın ana gündemlerinden biri, hatta belki de ilki “eğitim meselesi” olacaktır. Eğitim meselesinin birincikırılma noktası, öğretilen bilginin neolduğu değil, öğretme sürecinin nasılolacağıdır. Bildiğimiz ve ürettiğimiz bütün eğitim-öğretim teorileri aslında bu sürecin çeşitli şekillerde tezahüründen başka bir şey değildir.Süreci başarıyla tamamlayan her çaba, yeni bir yöntem olarak literatürdeki yerini almaktadır. Meselenin ikincikırılma noktası ise eğitim verilmesi hedeflenen muhatabın tanınmasıdır. Muhatabın tanınması yöntemin belirlenmesi ve sürecin yönetilmesi açısından hayatîdir. Kırılma noktasının üçüncüsüise aslında hem birinci hem de ikinci kırılmaların merkezinde bulunan öğretmendir.
Ebû Hureyre’den (r.a) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (sav)şöyle buyurdu: “İnsanlar, altın ve gümüş madenleri gibidir. İslâm öncesi dönemde hayırlı olanlar, İslâm döneminde de İslâm’ı kavramak kaydıyla hayırlıdırlar. Ruhlar, askerî birlikler gibidir. Birbirleriyle tanışan ruhlar, birbirleriyle kaynaşırlar, tanışmayanlar da ayrılığa düşerler (1).”Efendimizin bu hadiste mecâzi/metaforik olarak dile getirdiği hakikat, yukarıda ele almaya çalıştığımız konu bağlamında düşünüldüğünde bizlere çok önemli ip uçları vermektedir.
Hadiste “insanların değerleri birbirinden farklı madenler gibi olduğu” ifade edilmiştir ve bu tespit dönemin en değerli iki madeni üzerinden yapılmıştır. Bu ifade, insanların gözlerinde dereceleri birbirinden farklı olmakla birlikte aslında her insanın/çocuğun değerli olduğunu kabul eden bir anlayışın yansımasıdır. Türkiye özelinde güncel eğitim tartışmalarında sistemle ilgili en büyük eleştirinin “öğrencilerin seçkin bir kısmı ile ilgili politikalar öne çıkarılırken akademik olarak görece diğerlerine göre pek seçkin kabul edilmeyenlerle ilgili çalışmaların yapılmamış olması ya da yeterince başarılı yapılamaması” olmuştur. Eğitim sürecinin daha ilk adımında “her öğrenci değerlidir” anlayışıyla yol yürünmeye başlandığında bu değerlerikaybetmeme adına ele geçen her fırsat kıymetlenir ve her öğrenciyi kazanma adına kayda değer işler yapılır.
Hadisin insanı madenle anlatması aslında olaya bir sanatsalboyutda katmaktadır. Çünkü altın ve gümüş, işlemden geçmemiş haliyle insanların ilgisini pek çekmez. İyi bir ustanın elinde işlenmiş bir altın takı ya da bir gümüş süs, insanların dikkatlerini cezbeder ve kıymete biner. Eğitim sisteminde yapılan eğitim faaliyetine “sanat” gözüyle bakılmadığı takdirde yapılan iş sıradanlaşacak ve mekanik bir hal alacaktır. Oysa sanat eserlerinin seri üretimi yapılamamaktadır. Fabrikadan çıkan kalıpların müzayede ya da müzelerde sergilendiği görülmüş şey değildir.
Mesele sanat olarak görülünce öğretmen de “sanatkâr” olacaktır. Sanatkâr olmanın bir boyutu; kendisine verilen ham maddeyi, bir sanat eserine dönüştürmesiyle ilgilidir. Diğer boyutu da, sanatkârın şahsiyeti ve yaptığı işin ehemmiyeti sebebiyle cemiyetin ona gösterdiği hürmetle ilgilidir. Sanatkârın üzerinde çalıştığı madeni, değerli bir esere çevirebilmesi için gerekli ilk şart elindeki cevheri tanımasıdır.Nasıl ki tezgâhta duran madenin vasıflarını anlayacak kadar kimya bilgisinden yoksun bir ustanın ellerinden kıymetli bir eser çıkma ihtimali yok denecek kadar az ise öğrencisini tanımak için gerekli yöntemleri bilmeyen öğretmenin sınıfından da geleceğe anlam katacak insanların çıkma ihtimali o derece azdır.
Sanatkâr için elzem olan ikinci şart ise “el becerisi” yani hüneridir. Her kuyumcunun altın ya da gümüş işlerken sahip olması gereken temel becerileri olması gerekir. Çekiçle vurduğu yerdeki noktaları görecek kadar keskin gözler, kaynağı ustaca yapabilecek kadar hassas eller ve saatlerce pes etmeden çalışmasına imkân verecek bir sağlam irade olmadan, tezgâh başında durmakla “sanatkâr” olmak şöyle dursun “kuyumcu” olmak bile mümkün değildir. Öğretmenlik mesleğini icra edenler içinde gerekli asgari vasıflar ve şartlar olmalıdır ki bu işin bir “meslek” olduğunda mutabık kalabilelim.
Genel olarak eğitim teknikleri bilgisinin çok iyi bir şekilde bilinmesi ve uygulanması öğretmenlik mesleğinin gereğidir. “sanatkâröğretmen” olabilmek ise bundan çok daha ötesidir. Nasıl ki satın alacağı cevherin verdiği emeğe ve ödediği meblağa değmesini isteyen müşteriler, ustalığıyla temayüz etmiş sanatkâr kuyumculara müracaat ediyorlarsa ve nasıl ki bu sanatkârların ellerinden çıkan eserler yıllarca insanların beğenisine mazhar olup el üstünde tutuluyorsa; meslektaşlarından daha gayretli ve yetenekli olan sanatkâr öğretmenler de toplumdan teveccüh görecektir. Onların sınıflarında ders gören öğrenciler, tercih edilen ve değer üreten insanlar olacaktır.
Kuyumculuk belli bir meslek bilgisi ve kabiliyeti gerektirmekle beraber bir yönüyle esnaflıktır. Yani toplumun beklentilerini karşılamak için değerli madenleri piyasaya sürer ki kâr edip rızkını kazansın. Dolayısıyla kuyumcunun arzı ile toplumun talepleri arasında sıkı bir bağ vardır. Kuyumcu için toplumun talep etmediği bir ürüne yatırım yapmak risklidir ve pek de olası değildir. Çünkü müşterinin dükkâna bir daha gelmemesi ve alış-verişini başka bir kuyumcudan yapması kuvvetle muhtemeldir. Ancak kuyumculuğu sanatkârlık boyutunda yapan ustalar için bu endişe hali yersizdir. Onların peşinden koştukları şey sanatın hakikatidir (ya da hakikatin sanatıdır).Onlar güzelin ve estetiğin peşinden koşarlar. Bu taviz vermez güzellik anlayışları, zamanla toplumun yaklaşımını da değiştirir. Hatta sanatkârın güzel olanıinsanlara ulaştırma ve çirkin olandanonları uzaklaştırma gibi bir misyonu da vardır. Bugün büyük ölçüde piyasanın şartları çerçevesinde oluşan veli ve öğrenci beklentisine göre bir eğitim sistemi ve müfredatı öngören öğretmen/okul/devlet, piyasanın ihtiyacını görecek mezunlar verdiği ölçüde başarılı olacaktır. Böylece müşteri memnuniyeti sağlanmış, devlet hem piyasanın hem de vatandaşın ihtiyacını karşılamıştır. Ancak piyasanın beklentisi her zaman hakikati karşılayamayabilir. Hatta çoğu zaman piyasa, hakikatle karşılaşmayı bile istemez. Hal böyle olunca hakikatin tecelli etmesini arzulayan sanatkâr öğretmenler piyasanın beklentisine cevap vermektense kendi değer yargılarının teveccüh göreceği bir öğrenme/okul ortamı oluşturacaktır. Toplumların kaderlerini belirleyen karakterler incelendiğinde söz konusu sanatkâr öğretmenlerin gelecek için ne kadar mühim oldukları görülecektir.
Hadis-i şerifin son kısmında askerlerebenzetilen ruhlarla ilgili tespit, toplumların/orduların ayakta kalmasıyla ilgili çok önemli ve genel geçer bir kaideye vurgu yapıyor. Tanışmanın ve kaynaşmanın mümkün olabileceği en yaygın ve kalıcı mekânlar, birer eğitim kurumu olan okul ortamlarıdır. Dolayısıyla müfredatının merkezine öğrencinin kendisiyle ve yanındakilerle tanışmasını almayan bir eğitim sistemi, belki akademik olarak başarılı olacaktır ama ruhları birbirine aşina/barışık bireylerin meydana getirdiği bir cemiyet olamayacaktır. Birbirini sevmeyen ve birbirine bağlılık hissetmeyen bireyleri bir arada tutacak her türlü bağ, ağ (network) ve zekâ yapay olmaktan ileri gidemeyecektir.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın “Eğitimde 2023 Vizyon Belgesi” kamuoyu ile paylaşıldığında ana hatlarıyla eğitimin; felsefesi, amacı, öğrenme yolları, öğrenci, öğretmen, okul ortamları gibi konuların ele alındığını gördük. Bakanlık bize parmaklarımızın boş kalmaması gerektiğini, parmaklarımıza güzel yüzükler takmamız gerektiğini, parmaklarımıza takacağımız güzel bir yüzüğün üretiminde gerekli olan kuyumcu, tezgâh, maden hakkında bilgiler vermiş oldu. Şimdi meydanda; parmağında yüzük olmayan ve artık kıymetsiz bir yüzüğe de razı olmayacak bir halk, şimdiye kadar yaptığı yüzüklerin pek teveccüh görmediği kuyumcular, dükkânlar ve vitrinleri var. Ve maalesef vitrinlerdeki ürünler de büyük ölçüde müşteri çekmiyor. İşin asıl zorluğu gidecek başka çarşı da yok.
“Sanat, halk için midir yoksa sanat için midir?” meselesinin zorluğu, piyasa ekonomisinin her şeyi esir aldığı ve halkın kendi sanatını unuttuğu bir ortamda daha da artmış durumdadır. Yaza düğünü olan halkın da tezgâhın başındaki kuyumcunun da hatta tezgâhtaki gümüşün ve altının da bakışları sanatkârdadır. Sanatkârın cevheri işlemedeki ustalığı ve neticede ortaya çıkacak mücevherler, bize düğün ettirecek mi, göreceğiz.
Kaynakça:1) Buhârî, Enbiyâ, 2 (Sadece ruhlar ile ilgili kısım Hz. Âişe’den rivayet edilmiştir.); Müslim, Birr 159, 160. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 16.
Ali YILDIZ