“Gayemiz Allah,
Önderimiz Resûlullah,
Anayasamız Kur’an,
Yolumuz Cihaddır;
En büyük arzumuz Allah yolunda şehid olmaktır.”
(Üstad Hasan el-Benna)
Davasının rehberi olan üstadın gayesi güzel, üstadın üstadı Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.)’in vizyonu, misyonu güzel. Onların davası İslâm’dı. Nihai hedefleri, yeryüzünde İslâm’ı hâkim kılarak davanın sahibi yüce Allah’ın (c.c.) rızasına erebilmekti.
Bir dava düşünün ki tüm davalardan ulvi. Bir dava düşünün ki tüm davaların değer yargılarını yerle bir edip yerine en yüce değer yargılarını ikame etmiş. Ve uğrunda malın, makamın, rahatın, tüm dünya nimetlerinin ve yeri geldiğinde, canların seve seve feda edildiği bir dava. Mal, mevki, makam gibi tüm dünyevi güzellikler önüne serildiği hâlde, batıl yolda onlara sahip olmaktansa, zorluklara katlanmanın şerefinin tercih edildiği bir dava.
Bundan dolayıdır ki Muhammed Mursi “Hakkı ve hukuku korumanın bedelini gerekirse hayatımla öderim” diyerek, en değerli varlığı olan canından vazgeçmiştir. Hak bildiği dava uğruna, son nefesine kadar batıla meydan okumuştur. Zalimlere baş eğmemiş ve hak bildiği davadan dönmemiştir.
Tıpkı rehberimiz, önderimiz Efendimizin yaptığı gibi. Mekke müşrikleri bir beşerin sahip olmayı arzuladığı (mal, makam, kadın) dünyevi bütün imkânları teklif ettiklerinde “Ey amca! Vallahi, Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime koysalar, ben yine de davamdan vazgeçmem. Ta ki Allah bu dini üstün kılıncaya, ya da ben bu yolda ölüp gidinceye kadar bırakmam!” demişti.
Efendimizi ve onun yolunun takipçilerini rehber edinen Muhammed Mursi de tıpkı onlar gibi bu dava uğruna şehâdete kavuşuncaya kadar mücadelesini sürdürdü. Dünyevi makamların en üstünü olan Cumhurbaşkanlığı makamını dahi davası uğruna feda etti. Makamını korumak adına taviz vermedi, baş eğmedi, halkını isyana teşvik etmedi, Müslüman kardeşlerinin kanını dökmelerine müsaade etmedi.
Çünkü o, İslâm davası uğruna mücadele ediyordu. Çünkü o, İslâm’ı Allah ve Resûlü’nün istediği gibi anlamıştı ve o makama gelmeyi kabul etmesi de zalime baş eğmemesi de davası içindi. Hayatındaki mücadelesi, İslâm’ın yeryüzüne hâkim olması, insanların kula kulluk yapmaktan kurtulup Allah’a kul olması ve ilahi adaletin hâkim olması içindi.
O İslâm’ı gerçek manasıyla anlamıştı. O biliyordu ki, İslâm nizamı, sadece bazı ibadetlerden müteşekkil bir nizam olmayıp hayatın bütün yönlerini kuşatan kapsamlı bir nizamdı. İslâm demek ümmet demekti, vatan, devlet, hükümet demekti. İslâm demek davet, fikir, ordu, cihad demekti. İslâm demek doğru bir inanç, sâlih amel ve Kur’ân ahlakı demekti. İslâm demek kuvvet, rahmet, adalet, kanun, yargı, ilim, kültür ve aynı zamanda hem madde ve servet hem de kazanç ve zenginlik demekti.
O, İslâm’ı böyle anlamıştı. Halkının da böyle anlayıp Kur’ân’ı anayasaları, Efendimizi önderleri olarak kabul etmeleri için mücadele ediyordu. O biliyordu ki Batı’nın ve onların uşaklarının zulmü, ancak İslâm gerçek manasıyla anlaşılıp yaşandığı zaman son bulacaktı. Bundan dolayı da, bu uğurda Mısır zindanlarını ve işkenceleri göze alıp zalime ve zulme karşı direndi. Taviz vermedi, dik durdu, dünya makamını, rahatını, sevdiklerini feda etti ve sonunda o çok istediği şehâdete kavuştu.
“İman edip dünya ve âhiret için sâlih işler yapanları (hiç şüpheniz olmasın) içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetteki köşklere yerleştireceğiz; sıkıntılara katlanan, yalnız Allah’a dayanıp güvenerek işlerini gerektiği gibi yapanlara ne güzel karşılık!” (Ankebût, 29/58-59)
Bugünün zalimleri tıpkı o günün müşrikleri gibi, biliyorlardı ki; eğer İslâm, insanların hayatının her alanına hâkim olursa, kendi dünya saltanatları sona erecekti. Adalet ve eşitlik olacaktı. Siyasetlerinin, ticaretlerinin, ekonomilerinin sınırını İslâm belirleyecekti. Kadınlara, yetimlere, zayıflara zulmedemeyecek, onları sömüremeyeceklerdi. Bir meta olarak kullanamayacak, kendi çıkar ve arzularına hizmet ettiremeyeceklerdi.
O günün müşrikleri de bugünün zalimleri de biliyordu; Kur’an’ın anayasa olmasının ne anlama geldiğini. Bundan dolayı Efendimizin teklifine bu denli tepki gösteriyor, hiddetleniyorlardı.
Efendimiz, Mekke müşriklerinin “Sen bizi ve ilahlarımızı yermeyi bırak. Bizde seni ve ilahını bırakalım” tekliflerine karşı “Kavmimi öyle bir kelimeye davet ediyorum ki o kelimeyle cennete gireceklerine kefilim” buyurduğunda “Ey Muhammed! O kelimeyi sen bize bildir. O kelime ne ise biz onu ona katlayarak söyleyelim” dedikleri zaman; “Sizler (Lâ ilâhe illâllah) Allah’tan başka ilah yoktur deyiniz. Allah’tan başka ilah bulunmadığına ve benim de O’nun kulu ve Resûlü olduğuma şehâdet getiriniz” buyurdu. Müşrikler öfkelendiler ve “O, bütün ilahları tek bir ilah yapmış. Bu gerçekten de acayip ve şaşılacak bir şey. Bu, Muhammed’in uydurmasından başka bir şey değildir!” diyerek hiddetle orayı terk etmişlerdi.
O gün Efendimiz, müşriklerin tüm zulmüne karşı direndi. Bugün ise onun yolunun takipçileri direniyor tüm zulüm ve işkencelere. O gün Efendimiz baş eğmedi, taviz vermedi, sabretti ve zafere ulaştı. Bugün de baş eğilmiyor, taviz verilmiyor ve iki güzellikten biri için sabrediliyor. Zafer veya şehâdet için…
Biliyorlar ki kazanan İslâm olacak, biliyorlar ki kazananlar mücahitler olacak.
“Kim Allah’ı, Peygamberini ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) Allah’ın taraftarları üstün geleceklerdir.” (Bakara, 2/82)
“Sakın Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma. Ancak onları, gözlerin donup kalacağı bir güne ertelemektedir.” (İbrahim, 14/42)
Muhammed Mursi böyle bir günden korktuğu için zalimlere baş eğmedi. Yalnızca kendi kurtuluşu için değil, kardeşlerini de kendinden ayrı tutmayarak, onların da kurtuluşu için mücadele etti. Çünkü anayasası olan Kur’an “Muhakkak ki müminler kardeştir, onun için kardeşlerinizin aralarını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, rahmete layık olasınız.” (Hucurat, 49/10) buyuruyordu. Yine “Kulunu, kendisine birtakım ayetlerimizi göstermek için bir gece Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya yürütenin şanı pek yücedir. Şüphesiz o duyandır, görendir.” (İsra, 17/1) buyuran yüce Rabbinin çağrısına uyarak Siyonist İsrail’in işgali, zulmü altında olan Filistinli kardeşleri için elinden gelen her şeyi yaptı. Çünkü Üstad Hasan el-Benna’nın da dediği gibi “Biz vatanımızın hudutlarını inanç ve iman ile çizeriz.” düsturu gereği Filistin’i vatanı saydı ve kardeşlerini yalnız bırakmadı.
Mursi’nin Filistin ve Gazze’ye desteğinden söz eden İsmail Heniyye, “Filistin, Mursi Cumhurbaşkanı olmadan önce de onun aklında ve kalbindeydi. Düşman İsrail’in 2012 yılındaki Gazze saldırısında Gazze’ye sahip çıktı ve yaşanan gelişmeleri yakından takip etti. Allah kendisine rahmet eylesin.” ifadelerini kullanmıştı.
Hamas’ın Filistin dışındaki lideri Mahir Salah, İhvan ve Mısırlı bazı gruplar tarafından Mursi için İstanbul’da kurulan taziye evinde konuşma yaptı, Salah; “(Mursi’ye hitaben) Sizi Kudüs ve Gazze’nin gerçek bir aşığı, Gazze’ye ve direnişine destek veren gurbetteki Filistinlileri seven ve kollayan biri olarak bildik. Cumhurbaşkanıyken Arap ve İslâm coğrafyasını kalkındırmak için özenle çalıştığınızı biliyoruz. Duruşunuzu hiçbir zaman unutmayacağız.” dedi.
Salah, Cumhurbaşkanlığı döneminde İsrail Gazze’ye saldırı düzenlediği zaman Mursi’nin hemen Arap Birliğini harekete geçirdiğini ve saldırının durmasına katkı sağladığını hatırlattı. Sözlerini “Tek gittin ama arkanda yüz binler namaz kıldı” ifadesiyle tamamladı. (Allah’, web sitesi)
Çünkü Muhammed Mursi Kur’ân’ı kendisine anayasa, Efendimizi de kendisine önder kılmıştı. İslâm’ı gereği gibi anlamış, bu uğurda şehâdete erinceye kadar mücadelesinden vazgeçmemişti. İslâm onun için ümmet demekti, davet demekti, cihad demekti.
O, inandığı dava uğruna tüm zulüm ve işkencelere rağmen sabır ve sebat göstererek asla baş eğmedi, taviz vermedi ve son nefesine kadar mücadelesini sürdürdü.
Rabbim şehâdetini kabul buyursun. Bizlere de İslâm’ı gereği gibi anlayıp, gereğini yerine getirip, şehâdete eren kullarından olmayı nasip etsin… Âmin…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?