Medrese denilince daha çok, Alparslan’ın ve ardından oğlu Melikşah’ın veziri olan Nizamülmülk tarafından Nîsâbur ve bilhassa Bağdat’ta açılan Nizamiye medreseleri akla gelmektedir. Bunların yanında Merv, Herat, Belh, Basra, İsfahan, Âmül, Musul, Cizre (Cezîretü İbn Ömer) ve Rey gibi şehirlerde de Nizamiye medreseleri inşa edilmiştir. Nizamiye medreselerinin en ünlüsü 459/1067 yılında Bağdat’ta öğrenime açılan medrese olmakla beraber Nîsâbur’un zaman itibariyle önceliği vardır. Daha sonra Nizamülmülk ülkenin çeşitli şehirlerinde medreseler yaptırmış ve bunların devamını sağlamak için vakıflar kurdurmuş; böylece âlimlerin ve öğrencilerin geçim endişesi taşımaksızın ilimle uğraşmasını sağlamıştır. Bu özellikleriyle diğer eğitim kurumlarından ayrılan medreseler, ilmi, idari ve mali özerkliğe sahip bir duruma getirilmiştir. Yine Selçuklular döneminde Cürcân, Rey, Hemedan, Yezd, Şîraz, Kirman, Merv ve Kâşân’da birçok medrese inşa edilmiştir.
Nizamiye Medreselerinde “Kuşeyrî Risalesi” ile bilinen Sufî Ebu’l-Kasım el-Kuşeyrî, Şafii fakihlerinden Ebu İshak eş-Şirazî, İmamü’l-Haremeyn el-Cüveynî ve büyük mütefekkir ve kelamcı el-Gazzâlî, (Gazzâlî, Nizamiye Medresesi’nde 1091-1095 yılları arasında başmüderrislik (rektörlük) görevinde bulunmuştur) gibi dönemin önde gelen âlimler hocalık yapmıştır.
Büyük Selçuklu Devleti’nin dağılmasının ardından oluşan devletler onların izini takip etmiştir. Nizamülmülk’ün İran ve Aşağı Mezopotamya’da yaptığını Nûreddin Mahmud Zengî ve Selâhaddîn-i Eyyûbî Yukarı Mezopotamya, Suriye ve Mısır’da gerçekleştirmiş, böylece medrese sistemi batıya doğru yayılmıştır. Anadolu’da var olan medrese geleneğinin, bu kültürün bir devamıdır denilebilir. Mesela Anadolu Selçukluları Anadolu’da bir şehri fethettiklerinde ilk iş olarak orada cami, medrese ve zâviye inşa etmekti.
Hicri 6, miladi 11. asırda faaliyetlerine başladığını düşünülen bu medreselerinin hicri 9 dokuz miladi 15. asırda Bağdâd Nizamiyesinin muîdi olan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1415) ile tarihe karıştığı söylenebilir. Nizamülmülk’ün vefatından sonra inşa edilen medreseler de Bağdat Nizamiye Medresesi örnek alındığı için hepsi bu adla anılmıştır.
Nizamiye Medreselerinin Amaçları
Şiî Fâtımîler’in Sünnî Abbâsîler’i ve Selçuklular’ı yıpratmak amacıyla siyasî ve askerî faaliyetlerin yanı sıra ilmî açıdan da yoğun bir propagandaya girişmişlerdir. Nitekim Fatımiler, miladi onuncu asırda, Şiiliği diğer Müslüman ülkelere yaymak için Kahire’de “Dârü’l-İlim” ve “Camiu’l-Ezher”i kurmuşlardır. Bu kurumlarda Şii akımını destekleyen Nasır Hüsrev ve Hasan Sabbâh gibi propagandacıları yetiştirmişler ki bunlar Mısır’daki Fatımi iktidarını sağlamlaştırmanın yanında Suriye, Irak ve hatta İran’da Şiiliği yaymaya çalışmışlardır.
Selçuklular, Şii-Fatımîler ve onların uzantısı Bâtinîlerin İslam âlemi için yarattığı tehlikeyi ve bu tehlikenin sırf askeri tedbirlerle önlenemeyeceğini kavramışlardı. Düşünceye düşünceyle cevap vermek ve halkın zihinlerini Batınî propagandalara karşı korumak gerekiyordu. Bu maksatla Ehl-i sünnet inancını güçlendirmek ve Şilliği engellemek için Nizamiye Medreseleri’ni açarak bu faaliyetlere karşı koyma cihetine gitmişlerdir. Genelde Şii-Batıni tehlikesini ortadan kaldırmak için açılan Nizamiyeler, bir taraftan Sünni inancını güçlendirirken, diğer taraftan da insanların devlet otoritesini tanıyan, kanunlara itaat eden ve devleti koruyan fertler olarak yetiştiriyordu. Bu sayede Şiilik egemen bir mezhep olmaktan çıkarılmış, Fatımî medreselerinin yıkıcı propagandalarına karşı ilmi yollarla mücadele erme imkânı doğmuştur.
Nizamiye Medreselerinde Verilen Dersler
Büyük vezir Nizamülmülk tarafından Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’nin kurulmasıyla daha çok gramer ve müşterek ilimlerin öğretimi bir yönetim altında toplandığı görülmektedir. Bu üniversitede yabancı dil dersi, tarih ve filoloji, Arap dili ve edebiyatı, fıkıh (İslam hukuku), aritmetik, astronomi, kelam/felsefe gibi dersler okutulduğu bilinmektedir. Bu şekliyle Medrese artık çağının ileri bir akademisi durumunda idi. Nizamiye Medresesi’nde Şafii ve Eş’ari âlimler tarafından reddedilen ve kabul edilmeyen genel felsefe ve metafizik yasaklanmıştı. Nizamiye Medreselerinde okutulan derslerin ağırlık merkezini nakli (Kur’an, Hadis, Fıkıh, Tefsir, Kelam) ilimler teşkil etmekle beraber, müspet ve felsefi ilimlere de yer verilmesi dikkat çekmektedir. Tıp, Astronomi, Matematik, Tabiiyat, Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Felsefe ve Mantık gibi dersler burada tahsil ediliyordu.
Gazzalî, nakli ve akli diye iki kısma ayırdığı ilimlerin burada okutulduğunu aktarmış, nakli ilimlerin Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf, Şiir, Dil ve Edebiyat olarak, akli ilimlerin ise Matematik, Geometri, Fizik, Tıp, Astronomi ve Felsefe olarak belirtmiştir.
Nizamiye Medreselerinin Getirdiği Bazı Yenilikler
Müderrislerin maaşları devlet tarafından verilmesi. Böylece müderrislerin geçim dertleri ortadan kaldırılmış ve vakitlerin tamamını eğitime vermeleri istenmişti.
Bir medrese birden müderrisin bulunması.
Nizamiyelerin eğitim tarihine kazandırdığı ciddi değişimlerden biri de bugün modem üniversitelerde uygulanan “misafir öğretim üyeliği” statüsündeki bir modeli tarihte ilk defa hayata geçirmiş olmalarıdır. Alanlarında uzmanlaşmış ve ilim dünyasında şöhrete ulaşmış âlimler medreseye davet edilerek bir müddet ders vermeleri ve onların bilgilerinden diğerlerinin istifade etmeleri sağlanmıştır.
Medreselerde eğitim gören öğrenciler kayıt altına alınmış ve devlet tarafından bursa bağlanmıştır. Ayrıca öğrenciler için yaş sınırı getirilmiş, böylece 20 yaşına gelen öğrenciler medreseye alınmaya başlanmıştır.
Medrese süresi dört yıl olarak belirlenmiştir.
Nizamiye medreselerinde ortaya çıkan diğer önemli bir husus da “muîd” sistemidir. Genel olarak müderrisin yardımcısı anlamına gelen “muîd” asıl işi öğrencilerle gün içerisinde görülen derslerin müzakere etmesidir. Aynı zamanda “muîd”, müderrisliği de gidilen bir yol olarak kabul edilmekteydi. Müzakere sistemi günümüzde var olan medreselerde en önemli eğitim aracı olarak canlılığın korumaktadır.
Nizamiye medreselerinde hocanın öğrenci seçme hakkına sahip olduğu gibi, öğrenci de hoca seçme hakkına sahipti.
Medreselerin masrafları için vakıflar kurulmuştur.
Medrese içerisinde öğrenciler için yurtlar hazırlanmıştır. Bu durum hem öğrencileri önemli bir külfetten kurtarırken hem de öğrencilerin bilgi öğrenmenin yanı sıra müderrislerin gözetiminde manevi yönden gelişmelerine katkı sağlıyordu. Müderrisler, öğrencilerinin ilim yönleriyle ilgilendikleri kadar özel hayatlarıyla da meşgul olmuşlardır.
Nizamiye Medreselerindeki Nizamülmülk ya da vakıf mütevellisi tarafından atanıyor veya azlediliyordu. Medreseler, mimari açıdan camiden tamamen ayrı bir plana sahiptirler. Bu yapılarıyla medreselerin, okul mimarisinin veya üniversite kampüsünün ilk örneğini teşkil ettikleri görülür.
Nizamiye Medreselerinde Eğitim Metodu
Nizamiye medreselerinin yüksekokul olmasının gereği olmalı ki, dayatılan metotlara bağlı kalınmamıştır. Buradaki her hocanın özgürce uygulayabileceği kendisine özgü metodu veya metotları olmuştur. Hocalar, derslerini öğrencilerin bulunduğu yerden daha yüksek bir kürsüde vermişlerdir. Ders saatleri, mevsimlere, dersin niteliğine ve hocaların ilmi mertebesine göre değişebilmiştir. Dersler, hafta boyunca öğleden önce başlamış, öğle, ikindi ve yatsı namazlarından sonra da devam etmiştir. Medreselerde eğitim dili Arapçadır. Yirmi yaşını bitiren öğrencilerin eğitim süresi dört yıldır. Medreselerde yapılan dersler hakkında şöyle bir örnek verilebilir: Öğretime hocalarla birlikte namaz kılındıktan sonra Hz. Peygamber’e getirilen salatu selam, övgü ve Kur’an’ı Kerim tilavetiyle başlanmaktadır. Öğrenciler, kaynak teşkil eden metinlerden oluşan birçok nüshanın kopyalarından derse göre azar azar istinsahla bunları sesli olarak okumakta, okunan bu metinler ise, hoca tarafından izah edilmekte ve düzeltmeler yapılmaktadır. Böylece buradaki öğretimde metodik olarak hoca-talebe iş birliği karşılıklı sorularla önemli bir konum arz etmektedir.
Hocaların Âmirlerle İlişkileri
Nizamiye müderrislerinin maaşlarının devlet tarafından karşılanması ve devlet ricali ile olan sıkı ilişkileri onların tamamen âmirlerin emrine girdiği ve bilimsel bağımsızlığına bir halel getirdiği anlamına gelmemelidir. Dönemin âlimlerinden Ebu Ali Fâramedî’nin Nizamülmülk’ü açık bir şekilde eleştirmesi bunun güzel bir örneğidir. Yine Sultan Melikşah ile devrin ünlü âlimi Cüveynî arasında meydana gelen bir meselede Cüveynî’nin Sultan’a: “Devlet işlerinde fermana itaat bizim vazifemizdir. Fakat fetvaya taalluk eden bir meselede Sultan’ın bize danışması lazımdır” diye cevap vermesi dönemin anlayışını net bir şekilde yansıtmaktadır. Melikşah’ın vefatından sonra Terken Hatun’un siyasi emellerine ve oğlu Mahmud’un sultan olmasına şiddetle karşı çıkan devrin âlimi İmam Gazâlî olduğu gibi, Sultan Sancar’ın isteklerine karşı çıkan da yine Gazâlî olmuştur. Bütün bunlar devrin ulemasının ilimdeki yüksek seviyeleri ve özgüvenlerinden dolayı gerektiğinde siyasilere muhalefeti rahat bir şekilde göze alabildiklerini göstermektedir. Hocaların ve Âmirlerin yakınlaşması Ehl-i Sünnet düşüncenin korunması ve yıkıcı fikirleri engellenmesi noktasında siyasi liderlerle ulemanın benzer görüşleri paylaşmaları, aynı zamanda devlet bütünlüğü için bunu bir gereklilik olarak görmelerinden kaynaklandığı söylenebilir.
Medreselerin İdaresi
Özellikle Bağdat’ta kurulan ilk Nizamiye Medresesi’nin idaresi Nizamülmülk’e verilmiştir. O da bu medresede kendisine vekâlet edeceklerin ya kendi çocukları arasından ya da Şafii âlimleri arasından seçilmiş olmalarını istemiştir. Böylece bu medresenin yönetimi on ikinci asra kadar Nizamülmülk’ün ailesinin elinde kalmıştır. Ancak Nizamülmülk’ün sülalesinin etkinliğinin kaybolmasından sonra, Bağdat halifeleri bizzat kendileri medrese idarecilerinin ve müderrislerinin tayinlerini üstlenmişlerdir. Bunun yanı sıra Nizamülmülk, Nizamiye’deki müderrislerin, müderris yardımcılarının, memur ve diğer çalışanların Şafi ve Eşari olması şartını koşmuştur. Nizamülmülk’ten sonra gelenler de genel olarak bu şartı uygulamışlardır. Nitekim Ebu Bekr Mübarek b. Ebu Talib Vecih Dahhan’ın gramer kürsüsünde görev alabilmek için Hanbelî mezhebini bırakarak Şafiliği kabul ettiği ve edebiyat tedrisatı yapan Ali Fasih Ebu Hasan Astrabadi’nin Şiiliği keşfedildiğinde kovulduğu nakledilmektedir. Ancak daha sonra bu katı kuraldan vazgeçildiğini görmekteyiz. Zira Hanbelî âlim İbn el-Cevzi, Şafii mezhebine mensup olmamasına rağmen, Nizamiye Medresesi’ne hoca olabilmiştir.