Emperyalizm, 19. Yüzyılın ikinci yarısında güçlü Avrupa devletlerinin kendi sınırları dışında yaşayan halkların üzerinde siyasî, kültürel, ekonomik ve ideolojik denetim kurma girişimine denir. İngiltere’de 1760-1800 yılları arasında gerçekleşen güçlü sanayileşme hamlesi, emperyalizmin başlangıcı için ilk adım olarak kabul edilmiştir. Sanayinin gelişmesi ile Avrupa devletlerinin ham madde ihtiyacı artmış ve bu durum onların kendi aralarındaki rekabeti arttırmıştır.
Prusya`nın Bismarck önderliğinde Danimarka, Avusturya ve Fransa karşısında kazandığı askerî başarılar 36 ayrı devletten oluşan “German Konfederasyonu” devletlerinin Prusya’ya katılımını neredeyse zorunlu bir hale getirmişti. 1871’de siyasî birliğini tamamlayan Alman İmparatorluğu etkin bir siyasî güç olarak Avrupa’daki dengeleri alt üst ederek tarih sahnesindeki yerini aldı. 20. Yüzyıla girerken Avrupa devletleri arasında en yüksek doğum oranına, en hızlı büyüyen endüstriye ve en güçlü orduya sahip olan Alman İmparatorluğu bu gelişmeler karşısında yeni bir politik manevra yapmak zorundaydı. Hızla büyüyen nüfusu karşısında hammaddeye duyulan ihtiyaç, Almanlar açısından emperyalist bir politikayı zorunlu kılmıştır. Henüz Bismarck’ın iktidarda olduğu dönemde Afrika ve Uzakdoğu’da elde ettiği sömürgelerle Alman İmparatorluğu‘nun sömürgecilik tarihi başlamıştır. Her ne kadar Bismarck, denizaşırı yayılmacılığı Avrupa denge siyaseti için bir tehlike olarak görse de 1884 ile 1885 yılları arasındaki bu kısa zaman aralığında Alman-Güneybatı Afrika’sı (bugünkü Namibya), Togo, Kamerun, Alman Doğu Afrikası (Deutsch-Ostafrika) ve Uzakdoğu’da Marianne ve Marshall Adaları Alman İmparatorluğu tarafından sömürgeleştirilmiştir. Sömürgelerin yanısıra Almanya 1898’te Çin’e ait Qingdao bölgesinde ve daha sonra 1899’da Güney Pasifik’te bulunan Samao, Carolina, Palau adaları gibi kısıtlı hâkimiyet bölgeleri elde etmiştir. Alman Doğu Afrikası bugünkü Zanzibar hariç Tanzanya, Ruanda ve Burundi’yi içine alan bölgeye verilen isimdir ve o dönem coğrafi olarak Almanya’nın iki katı büyüklüğünde olan bu bölge içeresinde ciddi bir Müslüman nüfusu barındırmaktadır.
Eldeki sınırlı sömürge ve hakimiyet alanları ile ikna olmayan Kaiser II. Wilhelm (1859-1941) Almanya’nın daha agresif, daha aktif bir politika takip etmesini istemiştir. İmparatorun tahta çıkışından sonra Bismarck ile aralarında başlayan fikir ayrılıkları 1890 yılında Bismarck’ın istifasına yol açmıştır. Söz konusu karşıtlığın temel nedenlerinden birisi Bismarck’ın görevde olduğu dönemde “Şark Sorunu’na” oldukça ilgisiz davranması ve sömürgeci güçler arasında denge politikası takip etmeye devam etmesi olmuştur.
II. Wilhelm 1896 yılında yayılmacı “Weltpolitik/Dünya Siyasetini” ilan etmiştir. Bu artık Almanya’nın da “güneşte bir yer” istediği anlamını taşıyan bir söylemdir. Bu söylem, Almanya ile diğer büyük Avrupa güçleri arasında amansız bir rekabetin başlangıcı anlamını taşımıştır. Yeni imparator ile başlayan bu değişim, kısa sürede Alman dış siyasetinde etkilerini hissettirecektir ve artık Alman İmparatorluğu Avrupa’ya sıkışmış kıtasal bir güç olmaktan çıkarak bir dünya gücü olma yolunda yeni bir yapıya/siyasete bürünecektir. İmparatorluğun Doğu Afrika kolonisinde valilik yapan Eduard von Liebert “… koloni sahibi olmak, dünya egemenliğinde güç ve pay (sahibi olmak) demektir.” diyerek Kaiserin yayılmacı siyasetine desteğini ilan etmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğinde Alman İmparatorluğu Afrika ve Uzakdoğu’da 30 yıl boyunca bir sömürge gücü olarak rol almıştır. Alman sömürgeciliği milliyetçi ve liberal kamuoyunun ve ticari çevrelerin ciddi talepleri üzerine ciddi bir ivme kazanmıştır. Afrika’da elde ettiği sömürgeler ile beraber Almanya, Fransa ve İngiltere gibi Müslüman bir tebaaya sahip olmuştur. Almanya, Osmanlı Devleti’nde son yıllarda bir etkinlik kazanmış ve bu etkiyi Kuzey Afrika’ya kadar genişletmişti. Kuşkusuz bu temas Almanların Müslümanlarla ilk karşılaşması değildir. Haçlı Seferleri sonrasında Osmanlı’nın Avrupa içlerine fetihleri ile Almanların Müslümanlarla ilişkileri/karşılaşmaları başlamıştır. Söz konusu karşılaşmalar bazen Almanların halktan aldığı vergilere dahi yansımıştır. Kaiser V. Karl 1526–1529 tarihleri arasındaki Osmanlı fetihlerine karşı silahlanmak için halktan Türkensteuer (Türk Vergisi) adlı bir vergi toplamıştır.
Dünyanın diğer bölgelerindeki sömürgecilerin hoş karşılanmadığı gibi Almanların Doğu Afrika’da kolonileşme süreci de oldukça problemli olmuştur. Özellikle 1891 ile 1905 yılları arasında Alman Doğu-Afrika’sında Almanlara karşı yerli halkın başlattığı 76 tane isyan meydana gelmiştir. Bunlardan bazıları Müslümanların öncülük ettiği isyanlardır. Buşiri Ayaklanması olarak anılan Buşiri bin Salim’in 1889’ da başlattığı isyan da bunlardan birisidir. Müslüman yerli halkın yanısıra farklı uluslardan Afrikalılar Alman sömürgeciliğine karşı ayaklanmış ve 1905 Maji Maji İsyanı’nda olduğu gibi bu kalkışmalar sert bir şekilde bastırılmıştır.
Almanların Müslümanlar ile ilişkileri sadece Afrika’dan ibaret değildir. 1876’da tahta geçen II. Abdülhamid’in denge siyaseti çerçevesinde Osmanlı toprak kayıplarında aktif rol oynamayan Almanlarla yakınlaşması Almanların Müslümanlarla kurduğu bir diğer ilişki biçimidir. II. Wilhelm’in 1898’de Osmanlı topraklarına gerçekleştirdiği ikinci ziyaret iki devletin kaderinde ilişkilerin daha ileri taşınmasında artık bir milat olmuştur. Hayfa’dan Kudüs’e oradan Şam’a geçen II. Wilhelm’in Selahaddin’in mezarı başında dünyanın dört bir yanında dağınık olarak yaşayan halifelerine saygı gösteren 300 milyon Müslüman’ın her zaman dostu olduğunu ilan etmesi ve Abdülhamid’in demiryolu projelerini Almanlara vermesi ile bu ilişikler oldukça sıkılaşmıştır. Almanların Osmanlı Devleti’nde barışçı sızma metodu ile siyasi, ekonomik ve kültürel olarak etkinliğini artırması Jön Türk iktidarında belirli bir süre ilişkiler kesintiye uğrasa da I. Dünya savaşında müttefikliğe kadar gitmiştir. İngiliz, Rus ve Fransızları Müslüman sömürgelerinde cihat düşüncesi ile zayıflatma projesi ile şekillenen Alman İslâm stratejisinde Müslümanlar savaşın seyrinde şeyhülislamın cihat fetvası ile beraber Almanların önemli müttefiki olmuşlardır. Farklı cephelerde İngiliz Fransız ve Rus birlikleri ile savaşan Müslümanlar çoğu zaman İtilaf devletlerinin Hindistan, Türkistan bölgesinden toplanan Müslümanları ile savaşmak zorunda kalmışlardır. Sibirya, Berlin ve Paris’e kadar kamplar Müslüman esirlerle dolup taşmıştır. Nitekim 1. Dünya Savaşı’nı Osmanlı ve Almanya’nın da müttefik olduğu İttifak Devletleri kaybetmiş Alman İmparatorluğu’ndan geride Weimar, Osmanlı Devleti’nden ise Türkiye Cumhuriyeti kalmıştır.
Hitler’in 1933’te iktidara gelmesi ve yayılmacı bir siyaset izlemesi II. Dünya Savaşı’na yol açmıştır. 1941’den 1942’ye kadar Hitler ordusu Balkan, Kuzey Afrika gibi İslâm topraklarına doğru ilerleyişini sürdürmüş ve Müslümanlar Almanlar açısından yeniden siyasi olarak büyük bir önem arz etmiştir. Bunun üzerine Alman Dışişleri Bakanlığı çeşitli muhtıralarla Müslümanları kazanma yoluna gitmiştir. Filistin müftüsü Emir el-Hüseyni’nin Berlin’e gelerek 1942’de Merkez İslâm Enstitüsü’nü açması bu politikanın bir yansımasıdır. Almanların farklı bölgelerde Ruslara ve Fransızlara karşı Müslümanları kazanmalarının önemli sonuçları olmuştur. Hitler, Balkanlar, Azerbaycan, Türkistan, Ukrayna, Gürcistan ve Ermenistan’dan yaklaşık olarak 600 bin Müslümanı kendi ordusunda savaştırmak için toplamayı başarmıştır. Sömürge topraklarındaki kargaşa ve zulüm Müslümanların Hitler’i neredeyse bir kurtarıcı olarak görmesine neden olmuş ve II. Dünya Savaşı’nda binlerce Müslüman cephelerde ve esir kamplarında hayatlarını kaybetmişlerdir.
Bu deneme, Alman emperyalizminin Müslümanlarla ilişkisinin genel bir çerçevesini çizmeye gayret etti. Emperyalizmin İslâm dünyasındaki izleri sürülürken İngiliz ve Fransızların sıklıkla zikredilmesi Alman yayılmacılığı çoğu zaman farkında olmadan göz ardı edilmiştir. Bu kısa çalışma ile Almanya’nın da dönemin emperyalist devletleri gibi İslâm dünyası ile yakın ilişkileri ve stratejilerinin varlığı ortaya konulmaya çalışıldı.