“Hak geldi, batıl zail oldu. Şüphesiz batıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsrâ, 81)
İnsanlık tarihi boyunca peygamberler ve peygamberlere tâbi olanlar ile batıl güçler arasında Hak-Batıl mücadelesi devam etmiştir ve kıyamete kadar da devam edecektir. Özellikle kendi davasını (Hak-Batıl) dert edinen insanlar bu dava uğrunda her şeylerini ortaya koymuşlardır.
Bilhassa Hak davanın taraftarları olan davetçiler “De ki: Bu benim yolumdur. Bir basiret üzere Allah’a davet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim.” (Yûsuf, 48) ayetini kendilerine şiar edinmiş olup bu görevi âlemlerin Rabbi olan Allah’a yaklaşma vesilesi bilmişlerdir. Özelde davetçiler genelde tüm ümmet, kıyamete kadar bu sorumluluğu taşımakla yükümlüdürler.
Tabi ki Müslümanın sorumluluğu yalnızca iman edip, yüce Allah’a davet etmekle bitmiyor ayrıca batıl güçler tarafından İslâm’a, İslâmî toplumlara yapılan veya yapılacak olan tüm saldırıları da tanıyıp tedbir almak ve bu saldırıları bertaraf etmekle de sorumludurlar.
Her zaman ve çağda Hak-Batıl mücadelesinde araçlar-gereçler değişse de amaçlar hiçbir zaman değişmemiştir. Hak davasının mücadelesi yüce Rabbimizin çizmiş olduğu sınırlar çerçevesinde sevgi, merhamet, adalet, hürriyet üzere devam ederken batıl güçlerin mücadelesi ise her zaman hak ve hukuktan uzak zulüm, işkence, açlık ve sefalet üzere devam etmiştir. Tüm bu zulümlerini sürdürürken ki söylemleri ise hep barış, adalet, demokrasi, insan hakları olmuştur. Asıl amaçları ise her zaman sömürü olmuştur.
İşte batıl yolda yüz yıllardır sistematik bir şekilde devam eden misyonerlik faaliyetleri bunun en güzel örneğidir. Tek amaç ve gayeleri Müslümanlara saldırmak, onları Hıristiyanlaştırmak ya da en azından İslâm dininden koparmak ve bu şekilde insanları İslâm’ın adaletinden uzaklaştırarak daha rahat sömürü düzenlerinin işlemesini sağlayan misyoner faaliyetler maalesef günümüzde de en büyük tehlike olmaya devam etmektedir.
Misyonerlerin emperyalist emelleri hakkında fikir vermesi bakımından Kenya’nın ilk başbakanı olan Kamua Kenyatta durumu şöyle özetler: “Misyonerler bizim topraklarımıza geldiğinde İncil onların, topraklar Afrikalıların elindeydi. Bize gözü kapalı dua etmesini öğrettiler. Neden sonra gözlerimizi açtığımızda incil bizim, topraklarımız ise onların olmuştu.”
Misyonerliği biraz tanımak gerekirse, Latince “Missio” kelimesinden türetilen mission (misyon), sözlükte görev, yetki, bir kimseye bir işi yapması için verilen özel görev anlamlarına gelmektedir. Misyonerlik denilince akla Hıristiyanlığın gelmesinin en önemli sebebi “misyon” kelimesinin Yeni Ahid (İncil) diline ait bir kelime olmasından kaynaklanmaktadır.
Misyonerlerin nihai hedefi bütün dünyanın Hıristiyanlaşmasıdır. Bu nihai hedeften önce Hıristiyan olan ve olmayan toplumlar için ayrı ayrı hedefleri mevcuttur. Hıristiyan ülkeler için gayeleri onları bir arada tutmak ve batı emperyalizminin ile kültürünün tüm dünyada hâkimiyetini sağlamaktır. Hıristiyan olmayanlar toplumlar için ise onları Hıristiyanlaştırmaktır. Şayet bu mümkün olmazsa onları kendi dinlerinden soğutmak, şüpheye düşürmek ve sonraki nesiller yoluyla da tamamen dinlerinden döndürmektir.
Hıristiyanlığın misyon anlayışının oluşumunda, gelişiminde Pavlus’un önemli bir yeri olmuştur. Çünkü Hıristiyanlık tarihinde ilk sistematik misyon faaliyetleri Pavlus’la başlamıştır. Çeşitli dönemler geçiren misyonerlik faaliyetleri 1965 sonrası dönemde bambaşka boyutlara ulaşmıştır. Bu döneme diyalog dönemi de denilmektedir. Buradaki amaç Hıristiyan dünyasına karsı hissedilen duyguları yumuşatmak misyonerlik amaçlarının hedefine ulaşabilmesi için daha uygun ortamlar hazırlamaktır. Asıl amaç ise her zaman olduğu gibi Hıristiyan olmayan toplumları ne olursa olsun Hıristiyanlaştırmaktır.
Bu amacı gerçekleştirmek için Helenistik İsa cemaati tarafından kurgulanan ve kendisi tarafından geliştiren “İlahi Oğul, Rab, İsa Mesih” inancını temel alan öğretileri yaymak amacıyla özellikle Anadolu, Yunanistan ve Makedonya’ya yönelik üç önemli misyon seyahati düzenlenmiştir.
Bu seyahatler sonrasında çeşitli faaliyetler yürütülmüş ve hâlâ yürütülmektedir. Fertlere ve topluma yönelik ekilen şüphe tohumları, maddi güç, makam, mevki, her türlü fuhşiyatın işlenebileceği serbest bir hayat vaatleri… Bu bağlamda maalesef dinini tam manasıyla bilmeyen kesim tarafından kabul görmüş, az sayıda da olsa kimileri Hıristiyan olurken, kimileri de İslâm hakkında şüpheye düşüp gönüllü taraftarlar haline gelmişlerdir.
Yürütülen misyonerlik faaliyetleri içerisinde Avrupa’nın kalkınmasına, zenginliğine Hıristiyanlığın sebep olduğu gösterilirken maalesef tarih bilgisinden uzak kişiler ise Orta çağdaki Hıristiyan Avrupa’nın geri kalmışlığının sebebini sormadan hemen inanı verirler. Zenginliklerinin ve iktidar güçlerinin zulme ve sömürüye dayandığını sorgulamaz, yeryüzündeki büyük bir ırk olan Kızılderililerin nasıl soylarının tüketildiğini, Afrikalıların nasıl köleleştirildiğini, Ortadoğu da nasıl savaşlar çıkararak ‘Bir damla kan, bir damla petrol’ felsefesiyle sömürdüğünü hiç sorgulamaz. Sorgulamaz çünkü dininin emri olan “Oku” emrini yerine getirmemiştir, daha doğrusu ‘Yaratan Rabbinin adıyla oku” emrini yerine getirmemiştir çünkü ya hiç okumamıştır ya da yaratan Rabbinin istediği şekilde değil batılın istediği şekilde, batıl olanı okumuştur.
Okumamıştır okusaydı, İslâm tarihindeki ilim ve bilim alanlarında nice âlimlerin yüzyıllar önce günümüz teknolojisinin yeni ulaştığı nice şeyleri keşfettiğini, nice icatlar ürettiğini bilirdi.
Okusaydı yoksulluğun ve zenginliğin bir imtihan vesilesi olduğunu varlıkta şükredip, yoklukta sabretmesini bilir misyonerlerin en kuvvetli silahı olan maddi yardımlara aldanıp yüce dini hakkında şüpheye düşmezdi, okusaydı namahrem insanlarla ilişkilerin nasıl olduğunu bilir, misyoner faaliyetlerde kullanılan güzel genç kızlarla, yakışıklı erkeklere aldanıp ücretsiz dağıtılan İncil başta olmak üzere Hıristiyanlığın propagandasını yapan mecmua, dergi vs. yayınlarını okumaya zaman ayırmazdı. Üstelik kendi dininin kitabı olan Kur’ân-ı Kerîm’i bir defa dahi okumamışken.
Tüm misyonerlerin ellerinde bol para olduğundan ve bu paraları büyük miktarda, bu maksat için kullanarak müesseseler, hastaneler, okullar, spor salonları, eğlence yerleri, kumarhaneler, fuhuş evleri kurarak Müslümanların ahlâklarını bozmaya çalışmışlardır.
Onlar batıl davaları uğrunda böyle fedakârca çalışırken bizlerin Hak davamız uğrunda neler yaptığımızı, yapmamız gerektiğini bir kez daha düşünmeliyiz. Yüce Rabbimizin Hak davası mutlaka galip gelecektir ve batıl mutlaka zail olacaktır. Önemli olan batılın zail olması için benim gösterdiğim çaba ve gayret ne kadardır. Önemli olan benim doğru bir mümin olmam ve doğru bir mümin olarak Hak davam uğrunda her türlü fedakârlığı göze almam ve hakiki müminleri yetiştirmemdir.
Yazımızı Şehit İmâm Hasan el-Bennâ’nın bir sözü ile bitirelim: “Bir yerde hakiki mümin bulunmuşsa, başarıya götürecek bütün sebepler bulunmuş demektir.”

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?