Bazı hadislerde Resûlullah (s.a.s) hicreti çok daha geniş manada ifade eder. Örneğin “Gerçek muhâcir, Allah’ın yasakladıklarından uzak duran kimsedir” 1 hadisi; hicretin sadece bir yerden başka bir yere gitmek manasındaki fiziki göç olmadığını net olarak ifade etmektedir. Buna göre Hicret: Her tür şerden hayra, batıldan hakka irtihaldir. Tembellikten aktifliğe, korkaklıktan cesarete, cimrilikten cömertliğe, kibir ve gururdan tevazuya, adavetten kardeşliğe, tefrikadan birlik beraberliğe… Riyadan, ucbtan, hasetten vb. manevi hastalıklardan arınıp ihlas ve ihsanı kuşanmaktır Hicret. Kısaca tüm kötülüklerden iyiliğe geçiş yapmaktır. Şerden arınmak, hayrı kuşanmaktır.
Hicret, özel bir ıstılah ve böyle geniş manaları olmakla beraber, fiziki manadaki hicretin de İslam’da çok özel bir yeri vardır. Bu sebepledir ki, “Muhacir” ve “Ensar” birçok ayet ve hadisi şeriflerce çokça övülüp taltif edilir. Allah (c.c.) şöyle buyurur: “İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluğu, kendileri için içinde tükenmez nimetler bulunan cennetleri müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” (Tevbe, 20-22)
Vahiy ile ilk muhatap olup her türlü zorluğu göze alarak ona iman eden ve bu yüzden akıl almaz işkencelere maruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhacirler, Allah tarafından layık oldukları şekilde övülmüşlerdir. Zira onlar, hiçbir dünyevî maksatları olmadığı hâlde, sırf Allah Teâlâ’ya serbestçe ibadet edebilmek için her şeylerini terk etmişlerdi. Bu gerçek, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ile alâkalı olarak zikredilen bir olayda, bütün çıplaklığı ile görülmektedir. Hz. Ebu Bekir (r.a.), Habeşistan’a gitmek için yola çıktığı zaman, Berku’l-Ğımâd denilen yerde, bölgenin ileri gelenlerinden biri olan İbn ed-Dağine ile karşılaşmıştı. O, Hz. Ebu Bekir’i görünce hayretle; “Böyle nereye gidiyorsun ey Ebu Bekir?” diye sormuştu. O da, “Kavmim, sırf Allah’tan başka ilâh yoktur dediğim ve O’na ibadet ettiğim için beni yurdumdan çıkardı” demişti. 2
Allah Teâlâ, kendisi için hicret eden Muhacirlerin, günahlarının bağışlanacağını bildirmektedir: “Hicret edenler memleketlerinden çıkanlar, benim yolumda eziyete uğrayanlar, öldürülenler ve ölenlerin günahlarını mutlaka örteceğim” (Âli İmran, 145); “Ey Muhammed! Şüphesiz ki Rabbin mihnete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra cihad eden ve işkencelere sabredenleri affeder.” (Nahl, 110). Diğer bir âyet-i kerîmede onlar hakkında; “Allah yolunda hicret edip de sonra öldürülenleri veya ölenleri elbette Allah güzel bir rızıkla rızıklandırır. Şüphesiz rızık verenlerin en hayırlısı sadece Allah’tır.” (Hac, 58) buyrulmaktadır.
Ayrıca, zulme uğrayıp sırf Allah rızası için yurtlarını terk eden Muhacirler, âhirette çok büyük mükâfatlarla mükafatlandırılacakları gibi, aynı zamanda bu dünya hayatında da yaptıkları fedakârlıkların karşılığını fazlasıyla göreceklerdir: “Zulme uğradıktan sonra, Allah’ın rızası için hicret eden mü’minleri, dünyada güzel bir yere yerleştireceğiz. Ahiretin mükâfatı ise daha büyüktür. Bir bilseler…” (Nahl, 41).
Bazı âyetlerde Muhacirlerin, iyilikleri ve imanları övülürken, Ensar ve Allah yolunda cihad edenler de onlarla zikredilmektedir: “İman edenler, hicret edenler, muhacirleri barındırıp yardımda bulunanlar, işte onlar gerçek mü’minlerdir.” (Enfâl, 74).
Muhacirler mallarını, yakınlarını, yaşadıkları toprakları, Allah için terk ederken, gittikleri yabancı ülkede yabancılıklarından dolayı çektikleri zorluklar, mahrumiyetler yanında, müşriklerin onları yok etmek için gösterdiği faaliyetler de son bulmamıştı. Nitekim müşrikler, Habeşistan’a giden muhacirleri Mekke’den çıktıktan sonra Kızıldeniz sahillerine kadar izlemişler; ancak gemilerle denize açıldıklarından dolayı onlara yetişememişlerdi. Onları geri getirmek, en azından oradaki rahatlarını yok etmek için müşrikler, Necaşî nezdinde diplomatik faaliyetlere giriştiler. Fakat Allah (c.c.), sırf kendisinin rızası için terk-i diyar eden müminleri korudu ve müşriklerin bütün çabaları boşa gitti.
Daha sonraki süreçte Mekkedeki sahabe-i kiram ve Hz. Peygamber (s.a.s.), Yesrib’e hicret edip orayı Medine’ye çevirdiler ve İslam’ın ilk yurdu yaptılar. Dillere destan olan Ensar Muhacir kardeşliği burada hayat buldu. Bir ömür boyunca bu vefa ve fedakârlığın tarihini inşa eden “Muhacir” ve “Ensar”ın hayatını, biz sıradan bir hikâye gibi okuyup geçiyoruz. Hâlbuki her günü ayrı bir destan olan ve gayet yerinde bir isimlendirmeyle “Saadet Asrı” denilen bu dönem, sadece İslam ümmeti için değil, tüm insanlık için çok özel bir dönemdir. Bu devreyi insanlık tarihi bir daha yaşamamış, bir daha yaşanması da mümkün değildir. Çünkü yeniden Allah’ın (c.c.) özel övgüsüne mazhar olan sahabe neslinin geri getirilmesi, mümkün değildir.
“Doğrusu inanıp hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla cihat edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte bunlar birbirinin dostudurlar. İnanıp hicret etmeyenlerle, hicret edene kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse, aranızda anlaşma olmayan topluluktan başkasına karşı onlara yardım etmeniz gerekir. Allah işlediklerinizi görür. İnkâr edenler birbirlerinin dostlarıdır. Eğer siz aranızda dost olmazsanız yeryüzünde kargaşalık, fitne ve büyük bozgun çıkar. İnanıp hicret eden, Allah yolunda savaşanlar ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler, işte onlar gerçekten inanmış olanlardır. Onlara mağfiret ve cömertçe verilmiş rızıklar vardır.” (Enfal, 72-74)
Ancak kendilerine kucak açan ve her şeylerini paylaşmaya gönülden rıza gösteren bu fedakâr Medineli mü’minlere yük olmak, Muhacirlere ağır geliyordu. Bunun içindir ki, onlardan bazıları kendilerine karşılıksız verilen şeyleri almamışlar, onlar da kardeşleriyle birlikte çalışmışlar ve kazançlarını, kendilerine yapılan iyilikleri karşılama düşüncesiyle kardeşleri olan Ensar’a iade etmek istemişlerdir. Muhacirlerden bir kısmı ticaretle uğraşmayı tercih etmiştir. Abdurrahman İbn Avf da (r.a.) bunlardan biridir. Kendisine kardeş kılınan Sa’d b. Rebî, Abdurrahman’a şöyle demişti: “İşte mallarım, yarısını sana veriyorum. İki eşim var, birini seç, hemen boşayayım. Sen onunla evlen”. Abdurrahman İbn Avf ise ona şöyle karşılık vermişti: “Allah mallarını bereketli kılsın, aile halkına da afiyetler ihsan etsin. Sen bana, Medine pazarını tarif et yeter!” İbn Avf, ticarete başlayarak kısa zamanda zengin olmuştu. 4
Muhacir ve Ensar Olmak Tarihi Bir Kıssa mıdır?
Hicret eden Muhacirler ve onları barındıran Ensar topluluğundan bahseden âyetlerde genellikle, Mekke’nin fethine kadar Medine’ye hicret etmiş Müslümanlar ve onlara hiçbir fedakârlıktan kaçınmadan yardım eden Medineliler söz konusu edilmektedir. Ancak, bu kavramların işaret ettiği gruplar kıyamete kadar var olacaktır. Çünkü cihad, yeryüzünde kâfirler var oldukça sürecek, zulüm var oldukça da dinlerini yaşamak ve kendilerine bir üs edinmek için yurtlarını, her şeylerini bırakarak terk eden muhacirler her zaman mevcut olacaktır. Dolayısıyla, ilk Muhacirlerle kıyas yapmak mümkün olmamakla birlikte, sırf; “Allah’tan başka Rab yoktur” dediği için yurdundan çıkarılanlar da âyetlerde övülen muhacirler topluluğundandırlar.
Allah’ın indirdiklerine riayet etmeyip, müşrikler tarafından zorlandıkları şekilde hayat sürenlerin, öldükleri zaman bu durum onlara sorulduğunda ileri sürdükleri mazerete, meleklerin verdiği cevap, hicretin sürekliliği ve kaçınılmazlığını ortaya koymaktadır: “Melekler, o kendilerine zulmedenlere, canlarını aldıklarında: Ne yaptınız?” derler. Onlar da “biz yeryüzünde zayıf düşürülmüştük” derler. Melekler ise; “Allah’ın arzı (yeryüzü) geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz?” derler. İşte bunların varacağı yer cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!” (Nisa, 97)
Şu hâlde şu anda önümüzde tarihi bir fırsat var. İslam coğrafyasının dört bir yanından muhacir olup vatanımıza sığınan kardeşlerimize Ensar olmak fırsatı! Eğer biz Ensar ruhuyla mazlum kardeşlerimize yüreklerimizi açarsak, kesinlikle Ensar’a verilen ecirden faydalanacağız. Ecrimiz de samimiyetimiz, vefamız ve fedakârlığımız oranında daha çok olacaktır. Dolayısıyla asla kardeşlerimize karşı yüreklerimizi daraltarak ecrimizi eksiltmeyelim. Bu konuda bizim şiarımız şu ayet olsun: “Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 8-9)
Şurasını da unutmayalım ki, Allah (c.c.) hep Filistin’i, Mısır’ı, Yemen’i, Suriye’yi, Afganistan’ı imtihan etmez. Her an herhangi bir coğrafyadaki Müslümanlar, imtihana tabi tutulabilirler. Nitekim bundan bir asır kadar önce tüm İslam coğrafyasıyla beraber, Anadolu da imtihana tabi tutulmuştu. O dönemde ümmetin son kalesi Anadolu ve özellikle “Hilafet” düşmesin diye, tüm İslam diyarından Müslümanların evlatları, canlarıyla ve mallarıyla cepheye koşmuşlardı. Hâlen onların 72 milletten on binlercesi, Çanakkale şehitliğinde kucak kucağa yatmaktadırlar.
Kaldı ki “Hicret” muhacirler için bir kaçış değildir. Hicret yurdu, muhacirlerin diğer kardeşleriyle birlikte toparlanıp planlı bir şekilde, kâfirler tarafından çıkartıldıkları toprakları tekrar Allah’ın dininin hâkim olduğu topraklara çevirmek için üslendiği bir karargâhtır. Bu, ilk Muhacirler için böyle olduğu gibi, bugün ve gelecekte de böyle olacaktır. Mısırlı, Suriyeli, Yemenli, Filistinli, Iraklı veya hangi coğrafyadan olursa olsun, hicret ruhunu kavramış her bir Müslümanın hicret mefkûresinde bu vardır.
Şimdi gelin resme daha geniş açıdan bakalım. Göreceğiz ki, insanlık tarihi boyunca hicretler, hep devam etmiştir. Tarihte “Kavimler Göçü” denilen ve her biri binlerce dram barındıran bu hicretler ibretlerle doludur. Kur’ân-ı Kerim bunların bir kısmını örnek olsun diye anlatmaktadır. Musa’nın (a.s.) kendi ümmetiyle topyekûn hicreti bu örneklerdendir. Şunu net olarak biliyoruz ki hicret etmek zorunda kalmayan hiçbir peygamber yoktur. Bu yönüyle diyebiliriz ki, her bir hicret, peygamberlerin izini takip etmek ve her muhacir de peygamber emaneti hükmündedir. Dolayısıyla hicret edenlere bağrımızı, yüreğimizi, vatanımızı açmak, peygamber izinde yola çıkan mazlumlara sahip çıkmaktır.
İşte sadece İslam tarihinde kaç hicret yapıldı, nasıl, hangi şartlarda ve nerelere yapıldı? Sadece Resûlullah (s.a.s) döneminde de değil. Ondan sonraki asırlarda da hicretler hep devam etti. Kim sebepsiz yere; doğup büyüdüğü, vatan edindiği, sayısız acı ve tatlı anılarını yaşadığı toprakları bırakıp gitmek ister. Bu saydığımız coğrafyalardan; kadın, çocuk, genç, ihtiyar çıkıp gelen kardeşlerimiz, durup dururken mi vatanlarını terk ettiler? Bunu isteyerek mi yaptılar?
Daha da önemlisi hicret neden yapıldı? Resûlullah’ın (s.a.s) ashab-ı kiram (r.a.) ile ev-bark, mal-mülk, vatan, ehl-u iyal ve hele Mekke ve Beytullah’ı bırakıp Medine’ye göçmeleri herhangi bir gezi, seyahat, mal-mülk edinme veya geçim davası falan için miydi? Elbette değil. Evet, saydığımız mazlum coğrafyalardan hicret edip bizim ülkemize sığınan insanların hepsi bu şuurda değil elbette. Ama inanın bizim onlara sahip çıkmamız oranında, onlarda bu ruh ve şuur yeşerecek ve yerleşecektir. Çünkü onlar bizdeki “Ensar” ruhunu gördükçe, onlardaki “Muhacir” ruhu da dirilecektir.
Ayrıca Ensar ve Muhacir kimlerdir? Onların yaşadığı tarihi hicretler ve sayısız acılar niçin yaşandı? Çocuklarımıza anlatacağımız hikâyelerin kahramanları olsunlar diye mi? Onların çile dolu hayatları da çevireceğimiz Nobel ödüllü filmlere senaryo olsun ve sinema, sanat sektörlerimiz başarılı olsun diye rol icabı mı yaşandı? Yazık ki ne yazık…
Onların, imanın hakkını vererek pratikte yaşadıkları o kutlu hayatların, biz neslimize teorisini dahi hakkıyla anlatamıyoruz. Biz Muhacir ve Ensar’ın kardeşlik ruhunu neden kaybettik? O ruhu tekrar yakalamak için neler yapmalıyız? Şimdi başımızı iki avucumuzun arasına alıp bunu düşünme vakti… Subhâneke… Bihamdike… Esteğfiruke…
Kaynakça
1) Buhârî, “İmân”, 4 2) Buhârî, Menakıbu’l-Ensâr, 45 3) İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kubrâ, Beyrut, t.y., I, 203 4) Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3