Prof. Dr. Mehmet AKBAŞ[1]

Günümüz İslâm dünyası İslâmî davete ne kadar da muhtaç! Baktığımız her hadise, vuku bulan her acı, bize İslâmî davetin en zaruri mesele olduğunu adeta haykırmaktadır. İslâm dünyasının bütün coğrafyaları buna muhtaçtır. Bu nedenle her yerde davet, İslâm’ın hakimiyetine giden yolda azimlerin her doğan günde bir kez daha bilenmesi bir zaruret halini almalıdır.

Davet var oldukça davetçiler durmayacaklar, ulaşabildikleri her insana son mesajı götürmeye çalışacaklardır. Bu davetçiler davetleri sırasında güzel hatıralar bırakmış hal ve hareketleriyle İslâm’ın güzelliklerini başkalarına aktarma yoluna gitmiş, kavlden ziyade hale önem vermiş ve bu yolla ciddi bir tesir meydana getirmişlerdir.

Davetçiler her yeri ve her insanı kendi davetleri açsısında hep fırsat bilme gayreti içinde olmuşlardır. Bir defasında yolda yürürken aramızda bulunan bir hocamız, bize karşı hata eden bir sürücüye sözle karşılık vermek isteyen bir kardeşimize “Dur ve affet, belki yarınki günde bu adama davetini götürmek zorunda kalırsın” diyerek bizlere büyük bir ders vermişti. Bu sürücüye kızılabilirdi, buna hakkımız vardı, fakat daha büyük düşünen bir davetçi, basit olanı tercih etmemiş, davasını her şeyin fevkinde tutarak, affetme yoluna giderek İslâm’a davette bir ders daha vermişti.

Davetçiler şahsi menfaatlerini davanın menfaatinin önüne geçirmezler, Kendileri muhtaç oldukları halde “önce davam” diyerek zamanlarını, maddi varlıklarını, rahatlarını davaları yolunda feda etmeyi tercih ederler. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Aramızda bu manada çok sayıda kardeşimiz olmuştur. Kendileri muhtaç oldukları halde davalarının gelişmesini tercih ederek gelen maddi teklifleri kabul etmemişlerdir. Yine hocalarımızdan biri, hemen herkesin evinde çamaşır makinesi olduğu bir zamanda kendi evine çamaşır makinesi alması için yapılan parasal teklifi reddetmiş ve “bu meblağı götürün İslâm davası için harcayın” karşılığını vermişti. Bu tür fedakârlıklar olduğu müddetçe davalar daha da büyüyecek ve örnek davetçiler geriden gelen davetçileri etkileme yoluna gideceklerdir.

İslâm davetçisi tanıştığı her şahsa kendi davetini götürme heyecanını sürekli üzerinde taşır. Hayatın hangi sahasında olura olsun muhakkak surette davetin götürebileceği bir alanın olduğunu asla unutmaz. Bir defasında kardeşlerimizden biri, tanıştığı bir Müslümanı hemen akşam genel sohbete davet etmiş ve bu özelliğinden dolayı bu kardeşimiz zamanla kendi dava arkadaşları içinde “trafik ışığında dururken arabasının penceresinin camını açıp yan tarafında duran başka bir sürücüye “akşam vakıfta sohbetimiz var, beklerim, diyebilecek bir adam” şeklinde hakkında konuşulur olmuştu. İslâm’ın hakikatlerine tanıştığı her insanı davet eden bu kardeşimiz bize “her yer davet alanı” fikrinden başkasını vermemişti.

Davalarında ısrarcı ve gayretkeş olan kardeşlerimiz nice güzel mesajlar bıraktılar geride. Bazen kardeşlerimizden birini telefonla aradığımızda ya da onu başka birine sorduğumuzda aldığımız cevap onun muhakkak surette bir davet meseleyle alakadar olmakla meşgul olduğu şeklinde olurdu. Günlük memurluğu dışında şayet çocuğunu hastaneye tedavi için götürmemiş ise ya da bir anne-baba ziyareti için şehir dışında değilse muhakkak şekilde davasını yüceltecek bir meşgale içinde olduğunu görmek mümkündü. Bu tür davetçilerin davet işler dışında bir şeyle meşgul olduğunu görmek çok zordu. Bu derece davasına sadık olan kardeşlerimiz var oldukça İslâm’ın paha biçilmez esasları daha nice binlerce gencin berrak beynine nakşedilecektir. Davaların toplumlar içinde yayılması, bu denli çalışkan ve fedakâr erlerin varlığına bağlıdır.

Bazı kardeşlerimiz attıkları her adımı davalarını göz önünde bulundurarak atarlardı. Bir yere tayin istediklerinde, ticari ilişkilerinde, geleceğe dair planlarında davaları hep birinci önceliğe sahip olurdu. Onlar hayatı İslâm davası ile bir kabul etmişler, günlük plan ve programlarını yaparken davalarının kitlelere ulaşması gayretini hep göz önünde bulundururlardı. Karşılarına çıkan farklı durum ve hallerde zihinlerinde ilk beliren şey, davayı yüceltmek olurdu. Bunu sahabenin hayatında görmek mümkündür. Hz. Ebu Bekir Mekke günlerinde şirk ehlinden işkence görüp de bayıldığı bir sırada ayıldığı ilk anda sorduğu soru çok dikkat çekiciydi. Üzerinde işkencenin izleri daha sıcak şekilde dururken “Resûlullah nasıl?” diye sormuştu.

“Allah’ım! Ruhumu kardeşlerimle beraberken al!”

Bu duayı yaptıran şey İslâm uhuvvetinin tadını, içinin derinliklerinde hisseden bir davetçinin itirafından başka bir şey değildir. Bir Müslümana bu duayı söyleten şey nedir? Hangi ortamdır ki bir Müslümana böyle bir duayı dedirtir? Bunun çeşitli sebepleri vardır. Bu sebeplerin başında “muhlis/samimi davranmak” gelmektedir.

Yukarıdaki duayı kardeşlerimizden biri yapmıştı. Allah ona hayırlı uzun ömürler versin, o, hayatı İslâm’a hizmete adamış, vaz ve nasihatlerle Müslüman toplumu İslâmî noktada bilinçlendirmeye çalışmış bir dava adamı. Çevresinde kendisiyle el ele tutuşmuş kardeşlerinde ihlas/samimiyet gördüğü içindir ki bu duayı yapmıştı. Davaları yücelere kaldıracak en büyük harç da bu değil midir? İslâm davetçilerinin muhlisane şekilde Allah’ın dinine hizmetleri, koşuşturmaları hatta bunlardan bazılarının hizmet esnasında Rahman’a kavuşmaları bu tür kardeşlerimizi ciddi şekilde etkilemiştir. Böyle dua eden bir davetçinin kendi kardeşlerinde gördüğü şey, sevgi ve merhametten başkası değildir. İşte bu iki kelimedir ki daha önceki Müslümanları başarıya götürdüğü gibi günümüz Müslümanlarını da başarıya götürecektir. O, uhuvvetten ve isardan başkasını görmemiştir. “Ben” dememiş, “Kardeşim, kardeşlerim” demiştir. Bu yüzden Allah (c.c) da ona bu güzel duayı dedirtmiştir.

İslâm davetçileri, bu kutlu yolda yürüdükleri müddetçe geriden gelenlere daha nice güzel mesajlar bırakacaklardır. Zamandan, bedenden ve maddi varlıklarından yaptıkları fedakarlıklar yarınki günde genç davetçilerin azmini bileyecektir.

[1] Gaziantep Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?