Tanzimatla beraber yönümüzü tümüyle batıya çevirdik. Hem idari ve askerî sistem anlamında hem de fikrî, kültürel ve edebî anlamda batılılaştırılmaya çalışıldık ve bu durum hala hızla devam etmektedir. Tümden batıyı kıble olarak kabul edince haliyle edebiyat ve şiir de batılılaştı, İslâmî ahlâk ve duyarlılık kesata ve fesada uğradı; edebiyat, batı edebini, ahlâkını ve yaşantısını örnek aldı. Haliyle içi kof, dışı küf; edib ve edebiyat ortaya çıktı. (Bazı mütedeyyin yazar ve şairleri tenzih ederim.) Üstad Sezai Karakoç’un da dediği gibi: “Bu ülkede her anlama kıyıldığı gibi şiire de kıyılmıştır. Geçmişle ilgi kesilmiş, dünyanın en basit taklitçi şairleri büyük şair diye ilan edilmiş, bunların sonucu olarak da şiire karşı büyük bir ilgisizlik doğmuştur. Bir toplumun kalbini tazeleyen başlıca ruhi gıdalardan biri olan şiir böyle bir kurutuluşa uğratılınca, toplumun ölü hale gelmesi, bu açıdan da uygarlığımızın düşmanları tarafından gerçekleştirilmiş oldu.” (1)
İçinde bulunduğumuz hafta ‘Kutlu Doğum’ haftası. Bu vesileyle ülkemizin hemen her yerinde Peygamberimizle ilgili çeşitli etkinlikler ve kutlamalar, programlar düzenleniyor. Bu programlarda Efendimizin (a.s) hayatı, sözleri ve fiilleri anlatılıyor ve onun örnek yaşantısından kesitler sunuluyor. Kutlu Doğum programlarında -hâliyle- Resûlullah (sav) için yazılan şiirler de dillendirilecektir. Bu vesileyle biz de naat konusuna devam edelim.
Ümmet olarak Hz. Peygamber’e (sav) duyulan sevgi o derece artmış ki şiirlerimizin özünde onun hayatı, sözleri, davranışları, fiziki ve ruhsal kısaca her hali yer almıştır. Bu sevgi ve muhabbet denizi içerisinde asırlardır Resûlullah (sav) ile ilgili eserler arasında en kapsamlı ve en zengin yeri şüphesiz naatlar tutar. Dikkat edilirse Resûlullah (sav) için hemen hemen hiç mersiye söylenmemiştir. Bu da Resûlullah’ın (sav) müslümanların gönül dünyasında her zaman müstesna bir yerinin olduğunu, O’na (sav) hiçbir zaman muhabbetin bitmediğini, Müslümanların hayatına gerek fiili gerek kavli gerekse en güzel örnek olarak müdahil olduğunu göstermektedir.
Nebiyyullah’ı (sav) övmek için şairler birbiriyle tatlı bir yarış içerisindedirler. Allah’ın O’nu (sav) övmesi gibi övmek istediklerini; fakat bu konuda yetersizliklerini ve acziyetini de itiraf etmişlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in yanında kendi şiirlerinin sönük kaldığını itiraf etmişlerdir, doğal olan da budur. Çünkü hiç kimse Kur’ân’a benzer herhangi bir şey yazamaz. Burada maksat -haşa- Allah Teâlâ’nın Resûlullah’ı (sav) övmesi gibi övmeye çalışmalarından Allah ile yarışmalarından ziyade, kendi noksanlıklarını, şairlik istidatlarının yetersizliklerini itiraf etmişler ve hadlerini bilmişlerdir. Bu konuda Şeyhülislâm Yahya’nın şu beyti manidardır:
Hazret-i Hakk olınca meddâhun
Nice medh eyleye seni Yahyâ(2)
Resûlullah’ı (sav) ancak Allah hakkıyla över, gerisi ancak taklitten ibarettir. Beşeri övgüler İlahi övgünün yerini tutamaz. Bu konuda bir diğer örnek de Kemal Paşazade’dir. Şiirinde acziyetini şöyle dile getiriyor:
Seni vahy-i âsumân ile ittügini a’yân
Ben kim olam ki şi’r ile şerh u beyân kılam.(3)
Şairler, Resûlullah’ı (sav) hakkıyla övemeyeceklerini bildikleri ve şiirlerini daha da güçlendirip sanat değerini arttırmak için Onu öven ayet ve kutsî hadislerden iktibas yapmışlardır. Bu konuda Cevrî’nin şu beyti örneklerden sadece bir örnektir:
Her ne haddümdür benüm kim vasfa cür’et eyleyem
Ol şehen-şâh-ı “le-amruk”-taht u “levlâk”- efseri(4)
Beyitte geçen “le-amrük” kelimesi Hicr 72. ayette geçen “Ömrüne ant olsun ki, onlar, sarhoşlukları içinde kör sersemdiler.” ayetine telmihtir.
Şairler her ne kadar Resûlullah’ı (sav) hakkıyla övemeyeceklerini dile getirseler de birazcık enaniyet göstererek her şair kendi şiir deryasında Resûlullah’ı (sav) övme cüretini göstermiştir ki bu örnekliği Şair Nâbî’de görmekteyiz. Nâbî’nin gerekçesi ise canlı cansız, akıllı akılsız tüm varlıklar O’nun (sav) huzurunda dile gelip konuşuyorsa insanın da konuşması ve O’na (sav) övgüler dizmesi gayet tabiidir.
Bende de cür’et-i medhün o memerdendür kim
Geldi nutk itdi huzûrunda nebâtât ü cemâd
“(Yâ Resûlullah!) Seni medhetmeye cür’et edişim şu sebeptendir ki, pek çok ağaçlar ve taşlar, bitkiler ve cansız varlıklar dahî senin huzûr-i saâdetine gelip konuşmuşlardır.”
“Yine Nâbî başka bir naatında başka bir sebep göstererek Cenab-ı Hakk’ın Habîb’i olan Peygamber’in (sav) methini şair diliyle duymak için insanlara edebî zevk ve belagat gibi meziyetler verdiğini belirtir:
“Kim vermez idi kimseye Hak hüsn-i tabîat
Halk etmez idi kimseyi kısm-ı bülegâdan
Gûş etmek eğer olmasa maksûd-ı İlâhî
Evsâf-ı dil-âranı zebân-ı şu’arâdan”(5)
Dîvân edebiyatımızın söz erbabı olan şairlerden bazılarının ayrıca kırmadan, Resûlullah’ın (sav) yaptığı gibi isim vermeden ve rencide etmeden insanları terbiye etme gibi tarafları da vardır. Şair Nâbî de bu minvalde çok güzel bir şiir söyleyerek hem Resûlullah’ın (sav) makamının ulviliğini hem de kim olursa olsun bu makama gereken ihtimamın gösterilmesini istemiştir. Rivayet olunur ki, Nâbî, 1678 yılında devlet ricâliyle birlikte Hac niyetiyle yola çıkar.Kafile, Hicaz bölgesine girince Hz. Peygamber’i ziyaret aşkı Nâbî’yi iyice sarar. Öyle ki vücudu bir hoş olur, uykusu kaçar, hiç uyuyamaz. Bir gece yarısı kafile Peygamber şehri Medîne-i Münevvere’ye yaklaşır. Kafilede bulunan Eyüplü Râmî Mehmed Paşa o esnada kıble tarafına doğru ayaklarını uzatmış uyuyor. Resûl-i Kibriyâ’nın (sav) beldesine girerken gördüğü bu manzara Nâbî’ye hiç de hoş gelmez. Paşayı uyandıracak bir şekilde şu meşhur beyitleri söylemeye başlar:
Sakın terk-i edebden kûy-i “Mahbûb-i Hudâ”dır bu
Nazar-gâh-ı ilâhîdir “Makâm-ı Mustafâ”dır bu
Felekde mâh-i nev “Bâbü’s-Selâm”ın sîne-çâkidir
Onun kandîlidir hûr matla-i nûr u ziyâdır bu
“Habîb-i Kibriyâ”nın hâb-gâhıdır hakîkatde
Tefevvuk-gerde-i ‘arş-ı “Cenâb-ı Kibriyâ”dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı ‘adem zâil
‘Amâdan açdı mevcûdât dü çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâ’ât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu
Bu beyitleri işiten paşa, gözünü açar, hemen kendine gelir, ikazın sebebini anlar, ayaklarını toplar, doğrulur ve kendine çekidüzen verir. Tabi hikâyenin devamı da var ama bizi ilgilendiren kısmı olan Resûlullah’ın (sav) hem şahsına hem de yaşadığı makama olan hürmeti ve Nebiyyü’r-Rahme’yi (sav) övme biçimidir.Klasik edebiyatımızda söz ustası şairlerin yanında padişahlar da şiir söylemede mahirdirler. Her padişahın ayrıca bir Dîvân’ı da vardır. Yönetimdeki Dîvân’da idarecilik maharetlerini konuşturdukları gibi edebiyattaki Dîvân’da da şairlik maharetlerini konuşturmuşlardır.Her birinin bir mahlası da bulunmaktadır. Padişahlar da Resûlullah (sav) için naat yazmada şairlerden geri kalmamışlardır. Bunlardan biri de Selimi mahlasıyla şiir yazan Yavuz Sultan Selim’dir. Yavuz Sultan Selim aşağıda örnek verdiğimiz şiirinde Resûlullah’ın (sav) âlemlere rahmet olarak gönderildiğini, ancak O’nun (sav) feyziyle feyizlenebileceğini ve kendisinin Allah’ın nurunun madeni olduğunu ifade ederek medet ummaktadır:
“Kimse sensiz bulamaz Hakk’a vusûl
Feyz-i lûtfunla olur merd-i kabûl
Rahmeten li’l-âlemînsin yâ Resûl
El-meded ey ma’den-i nûr-i Hudâ (6)
Bir diğer padişah Kanuni Sultan Süleyman da Muhibbî mahlasıyla şiirler yazmış ve Dîvân edebiyatında en hacimli Dîvân’a sahip padişah olarak nam almıştır. O da Resûlullah’ın (sav) isimlerini anarak kendisine her bir ismin ayrı ayrı şefaat etmesini dilemektedir:
“Umarım her bir adın başka şefâat eyleye
Ahmed ü Mahmûd Ebu’l Kâsım Muhammed Mustafâ” (7)
Diğer bir padişah olan III. Selim ise dünyada padişahlığın itibar edilecek bir makam olmadığını, en büyük makamın ve talebinin Resûlullah’ın (sav) kapısında kul olmak olduğunu aşağıdaki beyitte ifade etmektedir.
“Felekte pâdişâh olsam da etmem itibâr ancak
Kapında kulluğumdur bana matlab yâ Resûlallâh”
Sadece sıradan şairlerin değil, birçok padişahın ve namı dünyayı sarmış insanların Nebiyyullah’a (sav) olan bu sevgi, muhabbet, hürmet ve meth-u senalar haliyle şiirleri okuyan insanların üzerinde belli bir etki bırakmakta ve İslâmî kültürü, ahlâkı, erdemi ve medeniyeti yaşamış olmaktadır. Biliyoruz ki toplumun ileri gelenlerinin söyledikleri ve yaptıkları toplum üzerinde bir etki bırakmakta ve zamanla toplumsal bir ahlâk ve anlayış haline gelmektedir. O dönem edip ve şairlerinin yazdıkları ve söyledikleri de toplumda bir eğitim aracı olarak insanların İslâm ahlâkıyla, Resûlullah’ın (sav) ahlâkıyla ahlâklanmasını sağlamaktadır. Resûlullah’ın (sav) ahlâkıyla ahlâklanmak duasıyla…
Kaynakça:
1)Karakoç, Sezai, İslâm’ın Şiir Anıtlarından, s. 9. 2)Yeniterzi, Emine, Türkler, Ankara 2002, c. 11, s. 763. 3)A.g.e. 4)A.g.e. 5)A.g.e. 6)Pak, Ahmet, Şiirin Efendisi: Naat. 7)A.g.e.