“Kanaat”, sözlük anlamı itibariyle “kısmetine razı olmak”, terim olarak ise “insanın, ihtiyaç duyduğu şeylerin asgari miktarıyla yetinmesi, başkalarının elinde olana tamah etmeyip kendi elinde olanla iktifa etmesi, kimseden bir şey istemediği gibi kendi elindekini de kimseden esirgememesi” demektir. (1)
Kanaat, İslâm ahlâkının ve tasavvuf kültürünün temel ilkelerinden birisi olup hırs, tamahkârlık ve dünyevi çıkarlara düşkünlüğün karşıtı bir kavram olarak üzerinde durulmuş ve müstakil eserlerde ele alınmıştır. (2) Kur’ân’da kanaat kavramı bizzat mevcut olmamakla birlikte aynı kökten türemiş olan iki farklı kelime geçmektedir. (3) Bunlardan da sadece birinin kanaat kavramıyla ilgisi mevcut olup şu ayette geçmektedir:
“(Kurbanlarınızı kestiğiniz vakit) onlardan kendiniz yiyin ve hem istemeyen (el-kâniʻ) hem de ihtiyacını açıkça söyleyen fakire yedirin. İşte bu hayvanları biz, şükredesiniz diye sizin istifadenize verdik.” (Hacc, 36)
Bu ayette geçen “el-kâniʻ” kelimesinin “haline razı olup bir şey istemeyen” yani “kanaatkâr davranan” anlamına geldiğini söyleyenler olduğu gibi “ısrar etmeksizin isteyen ve verilene razı olan” anlamına geldiğini söyleyenler de olmuştur. Her iki durumda da bu kelime kanaate işaret etmektedir. (4)
Kur’ân’da kanaat kavramı kullanılmaksızın kanaatkâr olmaya, gönül tokluğuna, kendisi için takdir edilenle yetinip dünyalık peşinde koşturmamaya teşvik eden, bencillik, hırs ve tamahkârlıktan sakındıran, dünya nimetlerinin cazibesine karşı müminleri uyaran birçok ayet mevcuttur. Bu ayetlerden birinde doğrudan Hz. Peygambere (sav) hitap edilerek şöyle denmektedir:
“Ant olsun ki, biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’ân’ı verdik. Öyleyse sakın onlardan bazılarına verdiğimiz dünya malına imrenerek bakma ve onlar yüzünden üzülme! Sen müminlere kol kanat ger!” (Hicr, 87-88)
Bu ayetlerde, Hz. Peygambere (sav) hitap edilmekte, inkârcılara verilmiş olan dünyevi nimetlere imrenerek bakmaması, onların sahip oldukları imkânlara tamah etmemesi söylenmektedir. Allah’ın ona vermiş olduğu Kur’ân nimetinin yanında, inkârcıların sahip oldukları maddî nimetlerin hiçbir değerinin olmadığına işaret edilerek ona düşenin müminlere kol kanat germesi, onlara tevazu ile sahip çıkması olduğu; iman etmeye yanaşmayan servet sahipleri için üzülmemesi gerektiği beyan edilmektedir. Bu ifadelerle rabbimiz, dünyaya rağbet etmeyi de Hz. Peygambere (sav) yasaklamaktadır. (5) Bazı müfessirler bu ayetlerin tefsirinde Kur’ân nimetine kanaat edip dünyalığa heves etmemenin gerekliliğine dikkat çekerek “Kur’ân ile yetinmeyen bizden değildir” (6) hadisini hatırlatmaktadırlar. (7)
Bu ayetler, Kur’ân’ı rehber edinerek onun çizdiği yolda yaşamanın, Kur’ân’sız yaşanan her türlü müreffeh hayattan çok daha üstün ve hayırlı olduğunu açıkça ifade ederek müminlerin dünya hırsına kapılmasının önüne set çekmeyi hedeflemektedir. Bu durum, bazı ayetlerde de şöyle ifade edilmektedir:
“Onlardan bazı kesimlere, kendilerini sınamak için dünya hayatının geçici süsü olarak verdiğimiz şeylere imrenerek bakma! Rabbinin rızkı daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Sen ailene namazı emret; kendin de ona sabırla devam et. Senden rızık da istemiyoruz; biz seni rızıklandırıyoruz! Güzel sonuç, takvanındır.” (Tâhâ, 131-132)
Bu ayetler de önceki ayetler gibi Hz. Peygamberin (sav) imkân ve servet sahiplerine gıpta ile bakmaması gerektiğini hatırlatmaktadır. Ayrıca dünya malının, insanları sınamak için verilmiş olan dünyalık süsler olduğu, bir üstünlük ölçütü olmadığı, Allah’ın lütfedeceği rızıkların çok daha üstün ve kalıcı olacağı; ona ve ailesine düşenin, yaratılış amacına uygun olarak Allah’a ibadetle şekillenmiş bir hayat yaşamaları olduğu, rızkı takdir edenin Allah olduğu, takva ehlinin kazançlı çıkacağı vurgulanmaktadır.
Dünya nimetleri insana çekici ve güzel görünür. (8) Bütün nimetler insan için yaratılmıştır. Ancak insan, dünyadaki asıl var oluş amacı olan Allah’a kulluğu unutup da sadece dünyevi şartlarını daha iyi hale getirmek, daha lüks ve müreffeh bir hayat yaşamak, sonsuz servet, güç ve iktidar sahibi olmak gibi tutkulara kapılırsa işte o zaman sonu gelmez bir hastalığa yakalanmış demektir. Hz. Peygamber (sav) insanın bu konudaki doyumsuzluğunu çok veciz bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “Âdemoğlunun iki vadi dolusu malı olsaydı, mutlaka üçüncüsünü isterdi. Hâlbuki onun karnını ancak toprak dolduracak. Allah tevbe edenleri ise affeder.” (9) Bir hadis-i şerifte de hakiki zenginliğin mal çokluğu değil, kanaat olduğu şöyle ifade edilmektedir: “Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Asıl zenginlik, gönül tokluğuyladır.” (10)
Dünyanın Allah katındaki değersizliği, onun peşinden koşturmanın çirkinliği, hakiki müminlerin ebedî hayatın güzellikleri için gayret etmesi gerektiği hususlarındaki ayet ve hadislerin etkisiyle dervişliği ve dünyadan el etek çekmeyi kendine ilke edinen ve “bir hırka, bir lokma” anlayışıyla yaşayan insanlar da hep olagelmiştir. Hâlbuki böyle bir kanaat anlayışının yanlış olduğunu, ruhbanlığa İslâm’da yer olmadığını, helalinden geçinmek için çalışmanın da ibadet olduğunu, veren elin alan elden üstünlüğünü, insanlardan bir şeyler istemenin çirkinliğini bizzat Hz. Peygamber (sav) vurgulamıştır. (11) İnsanlardan bir şeyler isteyen bir sahabeye bir balta temin edip sapını da kendi elleriyle takan ve onu, odun toplayıp satmaya gönderen, birkaç gün sonra maddi durumunu düzeltmeye başladığında da ona “Bak, bu iş senin için kıyamet günü alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha hayırlıdır!” diyen, dilenciliğin çirkinliğini her fırsatta vurgulayan ve insanları çalışıp kazanmaya teşvik eden de bizzat Hz. Peygamber (sav) olmuştur. (12)
Kur’ân’da hem dünya hem de ahirette Allah’tan güzellik ve iyilikler isteyenler övülmekte, (13) Allah’ın insanlar için yaratmış olduğu güzel ve hoş nimetleri hiç kimsenin haram kılmaya yetkisinin olmadığı, o nimetlerin dünyada öncelikle müminlere layık olduğu ifade edilmekte, (14) müminler daima uyanık ve hazırlıklı olmaya teşvik edilmektedir. (15) Bütün bu vb. ilkeler de bize kanaatin dünyadan el etek çekmek değil, hırs ve tamahkârlık hastalıklarına yakalanmadan yaşamak, ne kadar çalışıp kazanırsa kazansın elde ettiklerini hep hak ve hayır yollarında harcayarak gözü ve gönlü tok olmak, her nimet ve imkânı temel amaç olan ahiret hayatına adamak olduğunu göstermektedir. Bu yönüyle kanaat bilincinin, takdire rıza, tevekkül, sabır ve şükür bilinciyle de çok sıkı bağlantısı bulunmaktadır. Zira kanaat aynı zamanda elden geleni yaptıktan sonra haline razı olmak, dünyevi açıdan daha ileri seviyede olanlara bakıp hasetle kendini paralamamak, darlığa sabretmek ve elinde olana şükretmektir.
Kanaat şuurunun insan psikolojisi üzerindeki etkilerine dair ipuçları veren şu hadis de çok önemlidir: “Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana bakınca nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için daha uygun ve gereklidir.” (16)
Kanaatin en önemli hedefinin ne olduğunu bariz şekilde ifade eden bu hadis, bir türlü doymak bilmeyen ve elindeki dünyevi imkânlarla yetinmeyip hep daha fazlasını isteyen hastalıklı ruh halinin reçetesinin ne olduğunu ortaya koymaktadır. Zira bu ruh hali gerek insanlar gerek devletlerarası nice katliamlara neden olan, dünya savaşları çıkaran, tarih boyunca milyonlarca kişinin öldürülmesine yol açan bunalımların gerçek kaynağıdır. (17)
Hz. Peygamberin (sav) “Kendisine İslâm nasip edilen ve yeterli miktarda maişeti olup buna kanaat edene ne mutlu!” (18) şeklindeki sözleri de ihtiyaçları sonsuz görmemek gerektiğine işarettir. Bütün bu yönleriyle kanaat, ahlâkî bir erdem olmasının yanında insanın kişiliğini ve onurunu koruyup geliştirmesinin, maddeye köle olmamasının, mutlu ve huzurlu yaşamasının bir şartı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kanaatkâr olanın, kimseye minnet etmeden onurlu ve özgür bir hayat süreceği, gönlünün huzura, bedeninin rahata kavuşacağı, hayatı seveceği, hevâ ve hevesi terk ederek hür yaşayacağı bir gerçektir. Kanaatsizlik ise üzüntü ve mutsuzluğun yanında birçok ruhî bunalımın da başlıca sebeplerindendir. (19) Zira insanın, hayatın olumlu yanlarını görmesi, onu daha güçlü ve mutlu kılmakta, pozitif bakış geliştirmesine yardımcı olmaktadır. (20)
Kaynakça
1) Halîl, Kitâbu’l-ʻAyn, 3/434; Cevherî, es-Sıhâh, 3/1273; İbn Fâris, Mekayîsi’l-Luğa, 5/33; Râğıb, Müfredât, 461; Cürcânî, et-Taʻrîfât, 150; Tehânevî, Keşşâf, 2/1342. 2) Mustafa Çağrıcı, “Kanaat”, DİA, c. 24, TDV, Ankara 2001, s. 289-290. 3) İbrahim, 43; Hacc, 36. 4) Râğıb, Müfredât, 461; Zemahşerî, el-Keşşâf, 696; Suyûtî, Celâleyn, 336. 5) İbn Atiyye, el-Muharraru’l-Vecîz, 3/374; İbnü’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, 4/416; Kurtubî, el-Câmiʻ, 2/198. 6) Buhârî, Tevhîd, 32, 44. 7) Zemahşerî, el-Keşşâf, 565; Kurtubî, el-Câmiʻ, 2/198. 8) Bakara, 212; Âl-i İmrân, 14. 9) Buhârî, Rikâk, 10; Müslim, Rikâk, 116; Tirmizî, Zühd, 27. 10) Buhârî, Rikâk, 15; Müslim, Zekât, 97, 120; Tirmizî, Zühd, 40. 11) Hadîd, 27; Kurtubî, el-Câmiʻ, 20/271-273; Buhârî, Nikâh, 1; Zekât, 18, 50, 52; Büyûʻ, 15; Müslim, Nikâh, 5; Zekât, 94, 103; Tirmizî, Zekât, 38; Zühd, 17; Mâlik, Muvatta, Sadaka, 8; Ebû Dâvûd, Zekât, 26, 28, 83; Edeb, 52; Nesâî, Zekât, 52, 92; Kadâ, 12; İbni Mâce, Zühd, 17, 21. 12) Buhârî, Zekât, 50; Büyûʻ, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 26; Tirmizî, Büyûʻ, 10; İbni Mâce, Ticârât, 25. 13) Bakara, 201-202. 14) Aʻrâf, 32. 15) Enfâl, 60. 16) Buhârî, Rikâk, 30; Müslim, Zühd, 8; Tirmizî, Kıyâmet, 59. 17) Semîh Âtıf ez-Zeyn, Maʻrifetü’n-Nefsi’l-İnsâniyyi fi’l-Kitâbi ve’s-Sünne, Dârü’l-Kitâbi’l-Lübnânî, Beyrut, 1991, s. 1/173. 18) Tirmizî, Zühd, 35. 19) Gazâlî, İhyâ, 1145-1147; Çağrıcı, “Kanâat”, DİA, 24/290. 20) Nicky Hayes, Psikolojiyi Anlamak, (Çev. Filiz Şar, Asiye Hekimoğlu) Optimist Yayınları, İstanbul, 2011, s. 81-83.