Bir aile düşünün, 1970’ten beri 50 yıldır tek başına iktidar! Sorsanız, seçim yapıyoruz, derler; göstermelik sahte seçimler!

Amerika bile bu süre zarfında 9 devlet başkanı değiştirmiş ama kendileri tek başına iktidar! Önce baba sonra oğul, sonra tekrar oğul olmasını planlamışlardı, bu sefer hesapları tutmadı. Bir Arap baharı rüzgârı esti üstlerine, yıkıldı yıkılacak derken, 12. yılına girdi.

İktidara gelişlerinin 50. yıldönümünde ülke, yaklaşık yarım milyon insanın ölmesine, altı buçukmilyondan fazla insanın dünyanın dört bir yanında mülteci konumuna düşmesine ve Suriye ekonomisinin neredeyse tamamen yok olmasına neden olan iç savaş sonucunda bir yıkım ve perişanlık içinde.

Zaten kanlı bir tarihe sahiptirler, 33 yıl önce de ülkedeki manzara aynıydı. Değişen sadece liderler ve katliamı gerçekleştiren kardeşleri oldu. Müslüman Kardeşler Hareketi ülke genelinde ayaklanma başlattı. 1980 yılında Müslüman Kardeşler’in lider kadrosu ya idam edildi ya da ülkeden kaçmak zorunda bırakıldı. Şiddetli ayaklanmalar 1982 Şubat’ında Hama katliamıyla son buldu. Ve bugün yine ayaklanma var ve yine bu ayaklanma katliamlarla bastırılmaya çalışılıyor. Oğul ve kardeş tıpkı babaları ve amcaları gibi davranıyor.

Kimisine göre sığınmacı, mülteci, yerinden edilmiş insanlar, kimisine göre muhacir. Sonuçta insani yardıma muhtaç duruma düşmüş bir halk kitlesi ile karşı karşıya kaldık. Suriye, Güneybatıda Lübnan, batıda Akdeniz, kuzeyde Türkiye, doğuda Irak, güneyde Ürdün ve güneybatıda İsrail ile çevrili bir ülkedir. Suriye krizi başladığında insanların tek sığınmak istediği liman Türkiye oldu. Meseleye ırk açısından bakıldığı zaman aslında bu insanların Lübnan, Ürdün ve Irak yönünde hareket etmeleri gerekiyordu. Öyle olmadı, çünkü bu insanlar güvenebilecekleri bir liman arıyorlardı ve bu liman da Türkiye idi. Çünkü Türkiye ile ciddi bir tarihi bağları vardı, Türk halkının kendilerine ev sahipliği yapacaklarından endişe duymuyorlardı. Çünkü Haçlı seferlerini yapan zihniyettin çocukları 1920’li yıllarda aramızda bir sınır çizmişlerdi. Oysaki Gaziantep neyse Halep de oydu. Bugün Türkiye içindeki vilayetlerin bağlantıları ne ise dün Şam ve Halep için de aynıydı.

Mülteci konumuna düşmüş bir halkın bu duruma düşüş sebebi muhakkak araştırılmalıdır, kendilerini yöneten idarecilerin zalimliğinden mi yoksa -biraz dönüp aynaya baksalar- kendi yaşam şartlarından mı? Bu bizim asıl konumuz değil, bir şekilde bu duruma düşmüş bir halk, kapınıza geldiğinde bizim ortaya koyduğumuz tavır ve davranışlardır bizim için önemli olan. Bir an için empati yapıp kendimizi onların konumunda düşünelim: Tarihi iyi okuduğumuzda bunun bir hayal olmadığını göreceğiz, yeryüzü öyle hareketli ki yarının ne olacağını asla bilemiyoruz. Başta Suriyeliler olmak üzere mülteci konumuna düşmüş olan bu insanlar sadece memleketlerini terk edip gelmediler. Ülkelerinde çok saygın meslek gruplarında çalışan insanlar bütün o unvanlarını orda bıraktılar, çünkü o unvanlar sadece orda geçerliydi, vasıfsız işçi oldular. Aşiret ağalarının aşiretliği artık işe yaramıyordu.

Başta, Kilis, Şanlıurfa, Gaziantep ve Hatay olmak üzere yoğun bir insan hareketi oluştu. Aslında bu şehirlerin altyapısı ilk etapta bu yeni nüfusu kaldıracak kapasitede değildi, çadır kentler kuruldu. Türkiye güçlü bir devlettir, bu insanların başta sağlık ve eğitim olmak üzere her türlü ihtiyaçlarını karşılayacak güçtedir. Devlet büyük devlet olmanın gereğini yaptı ve yapmaya devam ediyor. Ya bizler, Türkiye’de yaşayan halklar. Bize de bir görev düşmüştü. Birey olarak, insan olarak, Müslüman olarak. Bizler de gereğini imkânlarımız ölçüsünde yapabildik mi?

Yoksa her krizi fırsata çevirmenin yollarına mı başvurduk? Tıpkı depremde olduğu gibi, Elâzığ depreminde aylarca kiralık ilanında verdiği halde evini kiraya veremeyen vatandaş, bir gün sonra evini normal şartlarda kiraya mı verdi yoksa evinin kira bedelini iki katına mı çıkardı. Tıpkı pandemi hastalığında olduğu gibi: Kolonya tüccarı, kolonyayı zaten satıyordu ve para kazanıyordu, aynı fiyatta satmaya devam edebilirdi, talep de artmıştı, kazancına kazanç katabilirdi, ama bu dürüst yolu denemedi, fiyatını kat kat artırdı, daha daha daha çok kazanacak bir fırsat geçmişti eline, yüzyılda bir gelecek bir fırsat! Tıpkı maske tüccarları gibi, tıpkı hijyen malzemeleri satan tüccarlar gibi. Krizleri fırsata çevirmede üstümüzde kimse yoktur. Bu aç gözlülüğü, devam eden Rusya savaşında gördük, yeter ki, temel tüketim malzemelerinden bir tanesinin tedarikinde biraz belirsizlik oluşsun, dört gözle bekler olduk, tıpkı yağ fiyatlarında olduğu gibi.

Bu ahlak anlayışımız mülteci sorununda da baş göstermişti, ev sahiplerimiz kendi halkı olan kiracıları, tipik bir yalan örneği olan, “Oğlanı evlendireceğiz, evi satacağız” vb. bahanelerle çıkarmaya çalıştılar, çünkü kiralık evlere olan talep artmıştı, eli mahkûm parası bol yeni kiracılar bulacaklardı.

Bizim insani yardım yaptığımız, terk edilmiş, tek başına yaşayan bir ihtiyar kadın vardı, gecekondu bölgesinde küçücük bir evde yaşam mücadelesi veriyordu, kirası 50 liraydı, her yardım götürdüğümüzde kirasını kendi harçlıklarımızdan toplayarak veriyorduk. Yıllık kirası sadece 600 liraydı, zaten bu kimsesiz dışında kimsenin gidip 50 lira verip oturacağı bir mekân da değildi evi. Belki bu kira da ev sahibinin ufak tefek bazı ihtiyaçlarını karşılıyordu. Mülteciler Gaziantep’e gelmeye başladığında ilk tepkimiz bu krizi fırsata çevirmek oldu. İhtiyar kadın bizi aradı, ev sahibi kirayı aylık 300 liraya çıkarmıştı, çünkü sokaklar kiralık ev arayan mültecilerle doluydu, zaten bir üst komşusu insanın giremeyeceği, odun veya fazlalık ev hurdaları ile dolu olan yerleri boşaltmış ve en az 200 liraya kiraya vermişlerdi, üstelik kendisinin evine güneş bile girebiliyordu, üstelik bir de lavabosu vardı.

Ne Oldu Bize?
Ne oldu bize böyle? Dünyaya daldık. Kaptırdık kendimizi kapitalist düzenin vicdansızlık ve düzensizliğine. Kazandıkça harcadık, harcayıp tüketince de tekrar kazanmanın yollarına baktık. Malları çoğalttık da çoğalttık. Malları çoğaltınca helal haramı da hesaba katmadık. Yazarın dediği gibi “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamette.” Gitmesine gideceğiz de kimler kazanarak gidecek kimler kaybederek gidecek, meselenin özü burada. Kiraları kat kat artıran vatandaş mı kazanacak, mağdur olan kiracı mı? Kolonya tüccarı mı, kolonya tüketicisi mi?

Hicreti okuyabilseydik keşke, anlayabilseydik, algılayabilseydik, uygulayabilseydik. Tıpkı halklarına zulmeden günümüz zalimleri gibi o günün de zalimleri vardı, hem de nasıl zalimler! Mekke’nin sahibi olduklarını zanneden o günün zenginleri, ticareti ellerinde tutan ve kendi kavimlerinin ileri gelenleri, Allah’tan korkmayanlar.

Hicret etti Müslümanlar o çok sevdikleri memleketlerinden, Mekke’den. Başka bir memlekete Medine’ye. Medine halkı onlara sığınmacı, mülteci demedi, onlar “ensar”dılar. Bağırlarına bastılar, evlerini ve ekmeklerini paylaştılar. Ebu Eyyub el-Ensâri, evini Peygamber (s.a.s.) ile paylaşmıştı. Sa’d b. Heyseme, Muhâcirlerden Ebu Seleme b. Abdilesed’le kardeş ilan edilmişti. Ebû Seleme hicret emrinin verilmesinden sonra Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak tarihe geçmişti. Gülsûm b. Hidm, o da muhâcirlere kapısını ardına kadar açmıştı. Hz. Peygamber, Gülsûm’un evinde misafir olarak kalmıştı. Rifâ’a b. Abdilmünzir ve nice Medineli Müslümanlar.

Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Rebi’ arasında gerçekleşen muâhatta tarihte bir benzeri daha görülmemiş bir kardeşlik örneği sergilenmiştir. Bunun sebebiyse Sa’d’ın elinde bulundurduğu her şeyi onunla paylaşma arzusu olmuştur. Abdurrahman b. Avf ise ona teşekkür edip dua ederek kendisine sadece Medine pazarının yolunu göstermesini istemiştir.1

Kaynakça
1) Mehmet Akbaş, Muhacirun-Ensar Kardeşliğinin Serüveni, İstem, Yıl: 8, Sayı: 15, 2010, s. 61 – 77.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?