Müslüman, içinde bulunduğu toplumla sıkı bir bağ içinde olmak için gayret sarf eder. Müslüman fert, toplumdan kopuk olmaz. “Bana değmeyen yılan bin yıl yaşasın,” ya da “ben iyi olduktan sonra diğer insanlar neme lazım” diyecek kadar körelmiş olamaz. O, kendi ferdi gelişimini düşündüğü gibi yanı başında beraberinde yaşadığı başta İslam toplumunun bütün dert ve ızdıraplarını içinde hisseden insandır. Toplumun sorunlarına bigane kalmaz. Sorunların odağında yer alır, bunları çözmeye çalışırken yorgun düşeceği gibi yeri geldiğinde kendisini tamamen feda etmekten de çekinmez.
İlk İslam nesli bu konuda en güzel örneği sergilemiştir. Onları yetiştiren ilk muallim, son Peygamber ve bütün zamanların davetçisi Muhammed (s.a.s), toplumla içli-dışlı olduğu gibi dava arkadaşlarının da bu şekilde olmasını arzu etmişti. Onların, toplumla hem-hal olurlarken çeşitli sıkıntı ve problemlerle karşı karşıya kalacaklarını bildiğinden topluma karışıp sıkıntılarına sabreden mümini, böyle bir pozisyona girmeyen müminden hayırlı saymıştır. Eziyet ve sıkıntıları göğüsleyen müminleri övmüştür.
Sahabe-i kiramın hayatında buna dair güzel tablolar vardır. Onlar şahsı manevileriyle her hicret ettikleri ortamda çeşitli milletleri etkileme yoluna gittiler. Gittikleri yerlerde çarşıdan pazara, mescidden evlere, cihad meydanlarından iş sahalarına kadar her zemin ve mekanda İslam adına bildikleri hakikatleri toplumlarına götürme yoluna gittiler.
Onların, içinde bulundukları toplumla kaynaşmaları, topluma yön vermeleri, idarecilerle ilişkileri, onlara yaptıkları nasihatleri, çevrelerinde halkalar kurmuş olan tabiîn neslinin onlara gösterdiği teveccühü, onları ziyarete gelen kimselerin hangi mesaj ve bilgileri elde ettiklerini, bulundukları hemen her ortamda Hz. Peygamber’den duyduklarını aktarma yönündeki şevk ve gayretleri kayda değer hususlardır.
Yaşadıkları şehirlerde halkın bütün kesimleriyle iç içe bir hayat süren sahâbîler çevrelerindeki insanlara her yönüyle rehberlik ediyorlardı. Onlara nasıl davranacaklarını ve İslâm adına neler öğreteceklerini iyi biliyorlardı. İnsanlarla ilişkilerinde İslâm’ın önem verdiği sabır, tevazu, şefkat, merhamet, kararlılık, vb. hususiyetlerin göz önünde bulundurulması gerektiğini bilen sahâbîler, bu prensipleri en güzel şekilde kullandılar. Ashâbın önde gelenleri bölgede hem kendileri gibi sahâbî olanlarla hem de diğer müslümanlarla güzel şekilde kaynaştılar. Burada sahabeden sadece Ebu’d-Derdâ’ya dair bazı örnekler vermekle iktifa edeceğiz.
Sûriye’ye yerleşen sahâbîler içerisinde insanlarla sık şekilde görüşüp buluştuğuna dair hakkında bilgi sahibi olduğumuz Ebu’d-Derdâ’nın çevresinde bulunanlara sürekli samimi ifadeler kullandığı bilinmektedir. O, hata işleyen bir kimseyi en güzel şekilde uyarmasını biliyordu. Karşısındaki muhatabının hatasını düzeltirken ona, “kardeşim” diyerek hitap ederdi.1 Bu hitap şekli bizce onun tevazusunu, din kardeşlerine duyduğu sevgiyi göstermektedir. O, bölgeye yerleşmiş olan sahâbîler içinde en mütevazi olanlarındandı ve bunu insanlarla ilişkilerinde gösteriyordu.
Şâm halkına, “Ben size nasihat eden bir kardeşinizim” diyen Ebu’d-Derdâ,2 münzevi bir hayat yaşamayı tercih etmemiş, insanlarla azami derecede içli dışlı olmuş ve bu vesileyle onlara İslâm adına bildiği hakikatleri öğretmeye çalışmıştır. Karşılaştığı her Müslümana ya bir ayeti ya da Resûl-i Ekrem’den duyduğu bir hadisi aktardığı görülmektedir. Sözlerini genellikle ya bir ayet ya da bir hadisle bitirirdi. Onun hemen her söz ve hareketinde bir mesaj vardı. Çevresindeki insanlar bunu görüyordu.
Onun halkla en üst seviyede bir diyalog gerçekleştirdiğine şahit olmaktayız. Bu görüşmeleri sayesinde bölgede büyük bir etki bırakmıştı. Bu nedenledir ki insanlar Ebu’d-Derdâ ve onun gibi bölgede iz bırakmış olan sahâbîlerin hatıralarını birbirlerinden dinlemek isterlerdi.3
Onu ziyarete gelenler, kendilerine nasihat etmesini isterlerdi.4 Ebu’d-Derdâ yaptığı nasihatlerde insanların dillerine sahip çıkmaları gerektiğine işaret ediyor, konuştukları yüzünden hesaba çekileceklerini hatırlatıyordu. Şeytan’ın, insanları dilleri yüzünden kandıracağını ve sonunda böyle kimselerin dilleriyle işledikleri günahlardan dolayı rezil olacaklarını söylüyordu.5
Onun dünya malına fazla itibar etmemesi insanları etkiliyordu. Onun bu tavrı sahâbeden Ebu’s-Suâd el-Hımsî’yi hayrette bırakmıştı. Onunla karşılaştığı bir sırada, “Sübhânallâh, ne bir şey alıyor ne de satıyor!” deyince Ebu’d-Derdâ, “Dünyası için mal biriktiren ahiretinde kaybeder” şeklinde karşılık vermişti.6
Münzevi bir hayat süren ve insanların arasına ancak namaz vakitlerinde çıktığını bildiğimiz Sehl b. Hanzaliyye’nin,7 Dımaşk’ta Ebu’d-Derdâ ile aynı ortamda bulunduğunu görmekteyiz. Ebu’d-Derdâ ona yakınlık göstermiş, bir karşılaşmasında ona, “Bize fayda verecek ve sana da zarar vermeyecek olan bir söz söylemez misin?” deyince, Sehl o esnada Hz. Peygamber (s.a.s)’den bir hadis aktardı. Ebu’d-Derdâ duyduklarından dolayı çok sevindi. Ebu’d-Derdâ bu şekilde güzel sözler işitme arzusuyla değişik zamanlarda gerçekleşen beraberliklerinde ondan daha başka hadisler de dinlemişti.8
Ebu’d-Derdâ’nın evi, soru sormak ve bir şeyler öğrenmek maksadıyla gelen ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Bu tür karşılaşmalarda insanlara, kendilerini dünyaya kaptırıp uzak emeller peşinde koşmamalarını söylüyor, ölümün yakın olduğunu hatırlatıyordu. Bir gün, “Ey Dımaşk ahalisi, size nasihat eden kardeşinizin sözünü dinleyiniz!” diyerek söze başlamış ve konuşmasını şöyle devam ettirmişti: “Bana ne oluyor da mal topladığınız halde yiyemediğinizi, binalar inşa ettiğiniz halde içlerinde oturamadığınızı, uzak emeller peşinde koştuğunuzu, topladıklarınızın heba olup gittiğini, peşinde koştuğunuz emellerin birer aldatmaca olduğunu ve meskenlerinizin kabirlere dönüştüğünü görüyorum.”9 Ebu’d-Derdâ’nın benzeri bir konuşmayı Hıms’ı ziyaret ettiği esnada Hıms halkına da yaptığı rivayet edilmiştir.10
Çeşitli meclislerde gerek sahâbîler, gerekse sahâbe ve tabiîn arasında geçen konuşmalardan Hz. Peygamber (s.a.s)’i görmemiş olan nesiller oldukça istifade ediyordu. Ebu’d-Derdâ bir defasında işlediği bir günah sebebiyle ağır eleştirilere ma’ruz kalan bir adama rastladı. Ona bağırıp çağıranlara hitap ederek, “Bu adamı bir kuyuya düşmüş bulsanız çıkarmaz mısınız?” diye sorunca onlar, “Evet” dediler. Ebu’d-Derdâ, “O halde kardeşinize sövmeyiniz, sizi afiyete erdirmiş olan Allâh’a hamd ediniz!” dedi. Oradakiler, “Sen ona buğzetmiyor musun?” dediklerinde Ebu’d-Derdâ, “Ben onun işlediği davranışa buğzediyorum, onu terk ettiğinde benim kardeşimdir” şeklinde karşılık verdi.11 O, hataları en güzel şekilde ortadan kaldırmayı gayet iyi biliyordu.
Köyde ikamet etmenin insanı cemaatle namazdan alıkoyacağını bilen Ebu’d-Derdâ, tabiînden Mi’dan b. Ebû Talha el-Ya’merî adında birine şehirde mi yoksa köyde mi ikamet ettiğini sorduğunda, onun köyde ikamet ettiğini söylemesi üzerine bu davranışını Hz. Peygamber (s.a.s)’den işittiği, içinde ezan okunmayan ve cemaatle namaz kılınmayan köylerde oturmayı yeren hadisi söyleyerek eleştirmişti.12
Ebu’d-Derdâ’nın hemen her hareketi ve sözü zühd ve takva adına bir masaj yüklüydü. Bir defasında Ebu’d-Derdâ’nın yanında bulunanlar ona, “Senin diğer şehirlerde bulunan arkadaşların şiirler söylemekteler, sen de şiir söylemez misin?” dediklerinde Ebu’d-Derdâ, “Evet söylerim” diyerek şu beyitleri okumuştu:13
Kişi kendisine yüce şeylerin verilmesini ister
Ama Allâh, ancak dilediğini verir
Kişi menfaatim, malım der
Allâh’a karşı takvalı olmak istifade edilecek en yüce fazilettir
Burada görüldüğü üzere Ebu’d-Derdâ her durumda insanları takvaya ve zühde davet ediyordu.
Ebu’d-Derdâ’nın halkla iç içe yaşadığına, sünnet ve düğün merasimlerine iştirak ettiğine dair rivayetler aktarılmıştır. Bu rivayetler onun halkla ne derece iç içe yaşadığını göstermektedir.14
Zaman zaman bazı kimseler ona gelir sorunlarını açar, onun fikrine müracaat ederdi. Sevdiği amcası kızıyla evlenen bir genç, annesi tarafından kızı boşaması için zorlanınca Ebu’d-Derdâ’nın yanına gelmiş ve meseleyi ona anlatmıştı. Ebu’d-Derdâ ona, “Ne annene itaatsizlik etmeni, ne de hanımını boşamanı isterim” diyerek kararı hususunda onu serbest bırakmıştı. Genç dönüp gitmiş ve hanımını boşamıştı.15
Sahâbeden Enes el-Cühenî, Ebu’d-Derdâ’yı hastalığı esnasında ziyaret etmişti. Bu sırada ona, iyileşmesini arzuladığını, hastalanmasının kendilerini üzdüğünü belirtmişti. Onun bu sözleri üzerine Ebu’d-Derdâ, hastalıkların, ne kadar çok da olsa günahları sileceğini ve bunu Hz. Peygamber (s.a.s)’den duyduğunu belirtmişti.16 Bu konuda sabrı tavsiye etmiş, musibetlerin insanları isyana düşürmemesi gerektiğini dile getirmek istemişti.
Ashâbın büyükleri, karşılaştıkları müslümanlara iyilikte bulunma, sabırlı olma hususunda tavsiyelerde bulunurlardı. Ebu’d-Derdâ sohbet ettiği bir müslümana, iyilikte bulunması konusunda nasihatler etmişti.17 Başka bir adama ise, malını Allâh yolunda sarf etmesini, kendisine küfreden kimseyi Allâh’a havale etmesini ve kötülük işlediği zaman istiğfarda bulunmasını söylemişti.18
Abdullah b. Safvan,19 Ebu’d-Derdâ’nın damadı olup onun Derdâ ismindeki kızıyla evliydi. Dımaşk’a geldikleri bir sırada Ümmü’d-Derdâ, damadının ve kızının hacca gideceğini öğrenince kendileri için de dua etmelerini istemiş ve “Müslüman kişinin, kardeşi için gıyabında yaptığı dua kabul olunur. Onun yanı başında görevli bir melek bulunur ve o kimse kardeşine dua ettiğinde o melek, ‘Aynısı senin de olsun’ der.” hadisini aktarmıştı. Daha sonra kayınpederi Ebu’d-Derdâ ile karşılaşan Abdullah aynı hadisi ondan da dinledi.20
Ebu’d-Derdâ insanları öğrenmeye teşvik ediyor ve onlara, öğrendikleriyle amel etmeleri yönünde nasihatlerde bulunuyordu. Kıyamet gününde en çok korkacağı şeyin kendisine, “Öğrendin, neden amel etmedin?” sorusu olacağını söylüyordu. “Bilmeyene bir, bilip de amel etmeyene yedi kez yazıklar olsun!” diyordu.21 Bildikleriyle amel etmeyenlerin büyük hata içinde olduklarını söylüyordu.
Dımaşk halkı bir defasında Ebu’d-Derdâ’ya hasat zamanında hurmaların azlığından dolayı şikayette bulunmuştu. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ, “Bahçelerin duvarlarını yükseltip bekçilerini çoğalttınız. Böylece tepelerine bela indi” diyerek kendilerini eleştirmişti.22 Bu meyvelerde fakirlerin de hakkının olduğunu, onu başkalarından gizlemenin ve bu hususta bencillik yapmanın hata olduğunu söylüyordu.
Ebu’d-Derdâ bir cenaze gördüğünde çevresinde bulunanlara ölümü ve kabir alemini hatırlatırdı. Bir defasında katıldığı bir cenazede, adamın biri, “Bu kimin cenazesi?” diye sorunca Ebu’d-Derdâ, “Bu sensin, bu sensin!” demiş ve Zümer sûresi 30. ayetinin, “Muhakkak sen öleceksin onlar da ölecekler.” mealindeki kısmını okumuştu. Katıldığı bir başka cenazede insanların ağladığını görünce bir gün kendilerinin de aynı akibete ma’ruz kalacaklarını söylemişti.23 Bir defasında bir adamı cenazede gülerken görmüş ve ona, “Ölüm korkusu seni gülmekten alıkoymaz mı?” deyip uyarmıştı.24
O, Allah korkusunun insanları haram işlemekten alıkoyacağına işaret ederdi. Bir defasında arkadaşları ona Rahman sûresinin 46. ayetindeki, “Rabbinden korkan için iki cennet vardır” ifadesiyle alakalı olarak, “(Kendisine iki cennet va’dedilen kimse) zina edip hırsızlık yapsa da mı” diye sorduklarında Ebu’d-Derdâ, “Bir kimse Rabbinden korkarsa zina etmez ve hırsızlık yapmaz” şeklinde karşılık vermişti.25
Müslümanlardan, çocuklarına güzel isim koymalarını isterdi. Bir defasında karşılaştığı bir adama, kendisinin ve çocuğunun ismini sormuştu. Duydukları hoşuna gitmediğinden, “Hepsi Şeytan işi şeyler” demişti. 26
O, bulunduğu ortamlarda bildiği hakikatleri dile getirerek sorunların çözümünde yardımcı olur, insanın haklı da olsa affa sarılmasını tavsiye eder, insanın karşılaştığı musibetlerin Allah katında hataları sileceğini söylerdi. Bir defasında Kureyş’ten biri, bir ensârînin dişini kırmıştı. Ensârî bunun üzerine Muâviye’den yardım istedi. Muâviye ona, kendisini razı edeceğini söyledi. Suçlu adam Muâviye’yi bezdirinceye kadar önünde eğilince Muâviye, durumunun arkadaşına bağlı olduğunu belirtti. O esnada Muâviye’nin yanında oturmakta olan Ebu’d-Derdâ ensâriyi davasından vaz geçirmek için duruma müdahale etti ve Resûlullah (s.a.s)’den, “Bedenine bir musibet gelen hiçbir adam yoktur ki Allâh bu sayede onun derecesini yüceltmemiş ve bir hatasını silmemiş olsun.” hadisini işittiğini söyledi. Ensârî, Ebu’d-Derdâ’ya, “Bunu Resûlullah (s.a.s)’den gerçekten işittin mi?” diye sorunca Ebu’d-Derdâ işittiğini ve kalbinin de onu hissettiğini belirtti. Bunun üzerine ensârî, davasından vaz geçti ve adamı Allâh’a havale ettiğini söyledi. Muâviye davanın sulh ile neticelenmesinden memnun kalarak ensâriye bir miktar para verilmesini emretti ve böylece onun gönlünü aldı.27
Allah günümüz Müslümanlarını, İslam’ın ilk davetçilerinden olan bu sahabinin topluma yönelik faaliyetlerini gerçekleştirmede muvaffak eylesin. Onları bu şuurla muttasıf kılsın.

KAYNAKLAR
Havlânî, s. 80; İbn Asâkir, XXXV, 355.
İbn Asâkir, XLVII, 152.
İbn Asâkir, XLVII, 134.
İbn Asâkir, XLVII, 168; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, I, 282.
İbn Asâkir, XLVII, 127.
İbn Abdilber, el-İstîâb, IV, 1668; İbn Hacer, el-İsâbe, VII, 143.
İbn Asâkir, LXXIII, 19.
İbn Asâkir, LXXIII, 20.
Ebû Nuaym, Hilye, I, 217; İbn Asâkir, XLVII, 131.
İbn Asâkir, XLVII, 131.
İbn Asâkir, XLVII, 177; İbnü’l-Cevzî, Sıfâtu’s-safve, I, 640; Mahmud Samî, Ashâb, s. 267.
Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 446.
İbn Asâkir, XLVII, 183.
Zehebî, A’lamü’n-nübelâ, II, 346.
İbn Asâkir, LXVIII, 111.
İbn Asâkir, IX, 386.
İbn Asâkir, XLVII, 178.
İbn Asâkir, XLVII, 180.
İbn Asâkir, XXIX, 202-6; İbnü’l-Esir, Üsdü’l-gâbe, III, 279; İbnü’l-İmâd, Şezerâtü’z-zeheb, I, 308; Ali Yardım, “Abdullah b. Safvan” DİA, I, 131.
İbn Asâkir, XXIV, 144. Hadis için bk. Müslim, Zikir, 86, 88.
İbn Asâkir, XLVII, 147-8.
İbn Asâkir, XLVII, 191.
İbn Asâkir, XLVII, 193.
İbn Asâkir, XLVII, 194.
İbn Asâkir, XLVII, 187.
İbn Asâkir, XLVII, 186.
İbn Manzûr, XXIX, 230.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?