Çok hızlı hareket etti şehadet adayımız. Çünkü üç peygamber bir çağrıda bulunuyordu. Karşılarında kasaba halkı duruyordu. Karşılıklı konuşmalar sürüp gidiyordu. Üç elçi de onları hakka, imana ve teslimiyete davet ediyordu. Üç peygamber de aynı şeyi söylüyordu: “Gelin ey insanlar, sizi yaratan Rabbinize teslim olun! O’nu kabul edin!” şeklinde davetlerini ortaya koyuyorlardı. Fakat kasaba halkı, küfür içindeydi ve inatçı davranmaktan başkasını yapmıyordu. Üstelik üç elçiyi de tehdit ettiler: “Bu anlattıklarınızdan vazgeçmezseniz, sizleri taşlarız.” demeye başladılar. Karşılıklı konuşmalar uzayıp gitti. Ama şehadet adayı, muvahhid adam, Allah’ın elçilerine destek vermekten vaz geçmedi. Ne pahasına olursa olsun kavminin bu elçilerin sözlerine muttali olmaları gerekiyordu. Onların hak sözlerinin kasaba halkı arasında intişar etmesi oldukça elzemdi. Bu yüzden ısrarcı oldu. Direndi, çabaladı, büyük gayret gösterdi. “Bu elçilere tabi olun” inancında oldukça ısrarcıydı. İşte bu ısrarı onu şerefli bir makama yüceltti. Peygamberlerin ve sıddıkların makamlarından sonra gelen bir makamdı bu. O da şehitler makamıydı…

Ey Davetçiler! Şehadeti Arzulayın!
Allah (c.c.) bu dine, peygamberleri ve onların izinden giden davetçileri vasıtasıyla destek verir. Bu hakikat tarih boyunca tekerrür etmiştir. Yukarıda dile getirdiğimiz şu hadise de tarihin eski zamanlarında Allah’ın (c.c.) dinine sesiyle, sözüyle, canıyla destek veren bir marangozun mücadelesidir. Onun yaşadığı dönem, son peygamberin henüz gelmediği bir dönemdir. Allah (c.c.) iki peygamber göndermiş ve ardından üçüncü bir peygamberle iki peygamberi destekleyerek dininin insanlara ulaşmasını istemiştir (Yasin, 20). Bu hadise, rivayete göre Antakya’da meydana geliyor. Allah (c.c.) oradaki topluma risaletini ulaştırıyor. Azgınlaşmış olanlar risalete karşı direniyor, elçileri tehdit ediyor ve onları uğursuzluk getirmekle suçluyorlar. Hâlbuki elçiler, Allah’ın (c.c.) dinini tebliğ etmekten başka bir şey yapmıyorlar. Allah, o elçileri bir başka şahısla da destekliyor. O da şehrin öbür ucundan koşarak gelen adamdı. Hakikati söyledi. “Ey kavmim, ey milletim, size hakkı söyleyen Allah elçilerine uyun” dedi. Şehrin öbür ucundan koşup gelmişti. Allah’ın elçilerinin geldiğini duymuştu. Dine hizmet etmek istiyordu. Fakat bu zorlu yolda kendisini nelerin beklediğini belki de bilmiyordu.

Bu marangoz, kasaba halkını İslam’a davet etmekten başkasını yapmadı ve bu bilinç onu makamların en güzeliyle taçlandırdı. Kendisi ikrama erdi ve bunu: “Ah, kavmim de bunu bir bilse!” sözleriyle dile getirdi.

Ve Müjde!
Allah onu şehadetle mükâfatlandırdı. Buna sevinmişti: “Keşke içinde bulunduğum şu mükâfatı halkım da bilseydi” diyordu. Ne güzel bir itiraf! Ne güzel bir müjde! Bugün İslam âleminin çok muhtaç olduğu bir tablo. Hani peygamber diyor ya, iki şeyden vehne düştünüz. Bunlar, ölümü hoş görmemek/ölümden korkmak ve dünya malı sevgisi. İşte Habib-i Naccar bu korkuları yendi. Malım, işim, marangozluk dükkânım ne olacak?” diye endişeye kapılmadı. Can derdine de düşmedi. Zira kasaba halkını tevhide çağıranlar Allah’ın (c.c.) elçileriydi. Böyle bir durumda iki şeyi göze almak artık kaçınılmazdı. Taşı gediğine koymanın tam zamanıydı. “Başıma ne gelir, dükkânım ne olur?” demedi. Çünkü bir dönüm noktasına gelinmişti. Meydanda olanlar Allah’ın (c.c.) elçileri ve kalabalık bir halk grubuydu. Belki de o toplumun ileri gelenleri de oradaydılar. Manzara, bir fedakârlığı, bir muvahhit duruşu gerekli kılmıştı. İşte bu merhalede kalbi imanla ve Allah yolunun davetçilerine olan sevgiyle dolu bir marangoz, yapılması gerekeni yapıyor. İnsanlığa şahitlik ediyor ve şehit oluyor. O, büyük bir davayı kanıyla ispatladı. Hak sözü saklamadı, ertelemedi, dolaştırmadı, savsaklamadı ve “Bu elçilere uyun.” dedi. Hakkı kaldırıp yüceltti. Sonunda o ulvi mertebeye ulaştı. Tıpkı bir sabah namazı vaktinde şehit olan Kırk Benu İsrail peygamberi gibi. Allah (c.c.) mükâfatı çabucak verdi. Şehit, gören demektir ve o da makamını gördü. Allah, o güzel makamı ona gösterdi. İkram makamı… Geriden gelecek olan nice şehadet adaylarına o yüce makamı müjdeledi.

Bu yolda büyük mükâfatlar var. Hangi şehre, hangi kasabaya, hangimiz gidecek? Hangimiz koşu için hazırlanacak? Allah’ın (c.c.) insanlara sunduğu mesajı insanımıza kim götürecek?
“Şehrin öbür ucundan koşarak gelmek” demek, şehri adımlamak, gecelerimizi, yapabilirsek gündüzlerimizden bir kısmını, şehri Allah (c.c.) için adımlayarak, son risaleti insanlara götürmek için, İslam’ın sedasının yükselmesi için yürümek, gerekirse koşmak ve hep hareket hâlinde olmak… Şehri bir baştan diğer başa kat eden adam, bu heyecanı taşıyor. Birileri bu hak davaya destek vermeliydi. Allah’ın elçilerinin hak üzere olduklarını, kendi çıkarları için bir şey istemediklerini, birilerinin söylemesi icap ediyordu. İşte böylesine önemli bir işi, Habib-i Neccar, yani Marangoz Habib yapmıştı. Çünkü o, gönlüne iman aksetmiş, Allah’ın (c.c.) davasına teslim olmuş bir mü’mindi.

O hâlde işi, meşrebi, rütbesi, mevkisi ne olursa olsun Allah’ın (c.c.) risaletini omuzlamak, İslam davasını yükseklere taşımak için toplumun her kesiminden davetçiler şehrin bir ucundan diğer bir ucuna, gündüz veya gece olsun, mesafeleri kat etmeli. Sohbet halkaları şehrin öbür ucuna koşmak için vesile olmalı. Orada Allah’ın ayetleri dile getirilmeli. Şehrin, İslam’ın anlatılmadığı hiçbir köşesi kalmamalı. Bunun için yorulmalı. Bunun ecrini Allah’tan ummalı. Derken bunu köylere, kasabalara taşımalı.

Şehirdeki semt, mahalle ve sokaklarda koşan adamlar vasıtasıyla İslam’ın sedasının girmediği hiçbir ev kalmayacak ve her fert İslam’ı duymuş olacaktır. Kim bilir? Belki de Allah (c.c.) bu işi yaparken ya tıpkı Marangoz Habib’e nasip ettiği gibi şehadeti nasip eder ya da onu muzaffer kılar.

Ey tevhit davasının karşısında direnen zavallı düşmanım, var mı silahın? Varsa ve yüreğin yetiyorsa vur beni alnımın tam ortasından. O zaman göreceksin milyonların Allahu ekber nidalarını! Ben şehadetle ayrılırken şu fani dünyadan, alnımdan fışkıran kanım milyonların, tevhide kucak açmalarına vesile olacaktır. Bu manzara sayesinde bütün bir kasaba halkı, Rabb’in yolunda nasıl can verilmesi gerektiğine şahit olacaklardır. İşte Resûlullah’ın (s.a.s.) bahsettiği delikanlı bunu yapmıştı. O da ölümü öldürmüştü. Bir can gider; fakat milyon can tevhitle can bulur. İşte inancımızda şehadetin anlamı budur. İnsanlar şahitler olacaklardır.
Habib-i Neccar’ın mesajı ne de güzel ne de mutluluk verici! Ey gençler, şehidin şehadet anında duyduğu acıyı Resûlullah (s.a.s.) haber vermiş bulunuyor. Hani bir sivrisinek ısırır ya! İşte öyle bir acı. Dokuz kurşun çıkar şehidimiz Ali Haydar’ın bedeninden. O ve şehit kardeşleri aynen bu acıyı hissettiler. Bir akşam vaktinde kurşunlanan Hasan el-Benna da bu kadarlık acıyı hissetti. Afganistan cihadında şehit düşen Bilal de bu acıyı hissetti. Şeyh Ahmet Yasin bir sabah namazı çıkışında çevresi mübarek kılınmış topraklarda Rabbine şehadetle yol alırken bu acıyı hissetti. Bu, acı sayılmazdı. Onlar ölümü öldürenler olarak öncü oldular. Şimdi sıra bizde. O hâlde duamızın başına her zaman ve zeminde “Ya Rab, bizleri zamanın Habib-i Neccar’larından kıl!” demenin zamanı gelmedi mi?

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?