“Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilakis onlar diridirler; Allah’ın, lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli bir halde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini duymaktadırlar. Onlar, Allah’tan gelen nimet ve keremin; Allah’ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceği müjdesinin sevinci içindedirler.” (Âl-i İmrân, 169-171)

Şehitlik, Allah’ın seçtiği insanlara nasip olan yüce bir mertebe. Gelmiş geçmiş milyonlarca insan içinden seçilen, seçilmiş ve seçilecek insan zümresi.
Allah (cc) ilk olarak, Hz. Âdem’den bile önce, son elçisi; Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa’yı (s.a.s.), daha sonra gönderdiği tüm peygamberleri seçmişti.
Peygamber Efendimizin isimlerinden biri olan Mustafa da “istafâ” kökünden gelmektedir, “seçilmiş” manasındadır. O başta olmak üzere tüm peygamberler ile seçilen insanlar arasındaki bir benzerlik de hepsinin Allah tarafından seçilmiş olmasıdır.
Rabbimiz Müslümanları, Müslümanların içinden ihlas sahibi insanları, âlim insanları, âbid insanları, Peygamber Efendimize ashab ve kardeş olacak insanları, peygamberler döneminde yaşayacak insanları, ahir zamanda yaşayacak insanları, beytini dünya gözüyle görecek insanları ve davası uğruna canını kendisine satmış insanları seçti.
Kimisi geldi ve geçti, kimisi geliyor ve gelecek. Seçilmiş insan olmak kolay değil tabi, kendince zorlukları var. Hele ki peygamberler ile benzer ayrıcalıkların varsa:
“Kıyamet günü üç zümre şefaat eder: Peygamberler, sonra âlimler, sonra da şehitler.”1
Seçilmiş insan olabilmek için önce bir yaşam tarzı seçilmeli. Senden istendiğinde, gözünü kırpmadan canını verebileceğin bir davan olmalı ki sen de onun karşılığını en güzel şekilde alabilesin. Yani önce yaşayışınla hak etmelisin. Çünkü bu mertebe tereddüdü kabul etmez, burası çok nazlı bir mertebedir:

Allâh Rasûlü (s.a.s.), “Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri değişti, sarardı. Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazreti Abdullâh ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu:
–“Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden razı olursun ya da sana bunu zorla kabul ettiririm! Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehitliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”
Bu esnada parmağından yaralanan Abdullâh (r. anh) atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak:
“−Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazaya da Allah yolunda uğramış bulunuyorsun!” manasına gelen bir beyit okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devam etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihatta bulunurken diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihada devam ediyordu:
“–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamamen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok, eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allah ve Rasûlü’ne bırakarak infak ettim.”
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) savaş sahnelerini nakletmeye devam etti:
“Abdullah bin Revâha cesaretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanla çarpıştı ve şehit oldu. İtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allah’tan af ve mağfiret dileyiniz!” buyurdu.
Abdullâh’ın (r. anh) cennete itirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti:
“–Yâ Rasûlallâh! Onun itirazı ne idi?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.):
“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda, “Abdullâh çarpışmaya giderken bazı tereddütler geçirmiş, sonra gitmişti! denildi.” buyurdu.
Hazreti Abdullah’ın şehit olup cennete girişi Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.2
Peygamber Efendimize ashap ve kardeş olarak seçilmek dahi şehadet mertebesine erişmek için yeterli değildir. Önce niyet ve ihlas daha sonra da amel gerekir. Zor olan ise bunları tüm hayatında ve ölüm anında koruyabilmektir.
Şehitliğin birçok mertebesi vardır. Allah’ın davasını yaymak için gençliğini ve geleceğini feda eden insanlara da şehit denir. Allah’ın davasını yaymak için yüzlerce savaşa girmiş, hem de birçoğunda en önde, orduya komutanlık etmiş Halid b. Velid, bir savaşta değil yatağında vefat etmişti.

Vücudunda darbe almayan yer kalmamasına ve savaşta şehit olmayı çok istemesine rağmen Allah (cc) ona evinde ölümü nasip etti. O şehit gibi değil miydi? Tabi ki öyleydi. Tüm hayatını ve gençliğini Allah’ın davası uğrunda yüzlerce savaşa katılarak feda etti. Bir savaş esnasında ölmedi ama şehit olarak öldü. O da seçilmişlerdendi.
Efendimiz (s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: “Cennette yüz derece vardır ki, Allah Teâlâ onları kendi yolunda cihat edenler için hazırlamıştır. Her derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah’tan istediğinizde, Firdevs’i isteyiniz! Zira o, cennetin ortası ve en yüksek yeridir.”3
Allah (cc) bizi de seçilmiş kullarından kılsın. Seçilmişler gibi başımıza gelecek tüm zorluk ve imtihanlardan da galip ayrılmamızı nasip etsin.
Peygamber Efendimiz başka bir hadiste ise şehitlerin vasıflarını şöyle bildirmiştir:
“Şehidin Allah katında yedi özelliği vardır:
– Kanının ilk damlası yere düştüğünde affedilir,
– Cennetteki yerini görür,
– İman elbisesi giydirilir,
– Kabir azabından kurtarılır,
– Kıyametin korkunç halinden emin olur,
– Başına dünya ve üstündekilerden daha değerli olan yakuttan vakar tacı konur,
– Yetmiş iki huri ile evlendirilir,
– Akrabasından yetmiş iki kişiye şefaat eder.”4

Kaynakça:
1) İbn-i Mâce, Zühd, 37
2) (Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; İbn-i Sa’d, III, 46, 530)
3) (Buhârî, Cihat, 4; Tevhîd, 22. Ayrıca bkz. Nesâî, Cihat, 18; Ahmed, II, 335, 339).
4) (Kenzü’l-ummal, hadis no: 11132)

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?