Suudi Arabistan’ın Cidde bölgesinde sağırlar ve dilsizler okulunda öğretmenlik yapan Ebu Abdullah isminde bir davetçi…
Bir gün Cidde’de bir camiinin imamını arar ve: “Eğer izin verirsen iki talebemle beraber mescidine gelip cemaatine nasihat etmek istiyoruz.” der. İmam çok şaşırır. Çünkü nasihat edecek olanlar sağır ve dilsiz öğrencilerdir. Aklına birçok soru geledursun, bir pazar günü için kendilerini camiye davet eder.
Belirlenen günde Ebu Abdullah ve iki talebesi mescide giderler. İmam kendilerini karşılar, cemaatle namaz kılınır ve sonrasında ortaya bir kürsü konur. Ebu Abdullah ortaya oturur. Bir yanına sağır ve dilsiz olan Ahmet ismindeki öğrencisi geçer, diğer yanına da hem sağır hem dilsiz hem de âmâ olan Faiz adındaki öğrencisi geçer. Hâzirûn da onları görünce şaşkınlığını gizleyemez. “Bunlar mı bize nasihat edecek? Nasıl anlatacaklar ne anlatacaklar, sorularına herkes kendi içinde cevap ararken Ahmet isimli öğrenci başlar konuşmaya. Elleriyle birtakım hareketler yapar. Elleriyle konuşur, konuşur, konuşur… Adeta duygularını ellerine dökmektedir. Tabii cemaat Ahmet’in el hareketlerinden bir şey anlayamaz.
Ebu Abdullah tercüme etmek için sözü alır ve der ki: “Ahmet, kendi hayatından sizlere kesitler sunmaktadır. Ahmet doğuştan sağır ve dilsizdir. Yolda camiye girip çıkan insanları gördüğünde bu insanlar buraya niye gidiyorlar, diye merak edermiş. Anne ve babasının abdest alıp namaz kıldıklarını, rükû ve secde ettiklerini görürmüş de neden böyle yaptıklarını merak edip de onlara sorduğunda Ahmet’e hakaret edip onu horlar ve dışlarlar. Sağır ve dilsiz olduğu için hiçbir şey açıklama, öğretme gereği hissetmezlermiş. Kısacası bu aile kendi canlarından bir parça olan Ahmet’i sevememiş ve kalplerine, gönüllerine koyamamışlardır.
Bir gün Ahmet sokakta yürürken bir Müslümanla tanışır. Bu Müslümanın kalbi Ahmet’e ısınır, sevgisi yüreğine yerleşir. Ahmet’e Allah’ı (c.c) tanıtır, namaz kılmayı öğretir. Ahmet’in merak ettiği ve öğrenemediği soruları cevaplayarak onun ruh dünyasına ses olur. Sonra Ebu Abdullah susar ve Ahmet tekrar konuşmaya başlar ama diliyle değil, elleriyle… Lakin bu sefer Ahmet’in sadece elleri değil gözleri de konuşur ve yaşlar boşalır o gözlerden. O gözler ağlayarak konuşadursun, Ebu Abdullah da başını yere eğer. Ahmet ağlar, ağlar… Cemaat Ahmet’in neden ağladığını anlayamaz ama o içli ağlayışından çok müteessir olur, hüzünlenirler.
Ebu Abdullah sözü alır ve der ki: “Ahmet, namaz kılarak Allah’a (c.c) yaklaşmanın sevgisini, imanının artışını, Allah’a (c.c) duyduğu muhabbeti, şevki, lezzeti; özründen, sağır ve dilsiz olmasından, acziyetinden ne kadar büyük bir ecir alacağını hayal ettiğinden dolayı ağlıyor.” der.
Ahmet konuşmasına devam ededursun, mescidin imamının gözü Faiz’dedir. Zire o hem sağırdır hem dilsizdir hem de âmâdır. Ne konuşacak, nasıl anlatacak? Ahmet sözünü bitirir ve oturur. Sıra Faiz’dedir. Faiz, Ebu Abdullah’ın ellerinin içine parmaklarını koyar, ellerini okşar, sonra kollarında gezinir, omzuna dokunur; sonra kulaklarına, sonra gözlerine ve en son ağzına dokunur. Sonra Ebu Abdullah tercüme etmeye başlar: “Faiz, sizi ellerinizle, gözlerinizle, (O göremiyor ya!) kulaklarınızı, (O işitemiyor ya!) ve dilinizle (O konuşamıyor ya!) işlemiş olduğunuz günahlardan dolayı tevbeye davet etmektedir.” deyince cemaat kendinden geçercesine ağlamaya başlar. Kimisi ‘Sübhanallah’ der, kimisi şaşkınlığa düşer, kimisi ağlar ama Faiz devam eder ve sohbet biter. Ebu Abdullah, Ahmet ve Faiz mescidi terk eder. İmam der ki: “Anladım ki acziyet, yeterliklerin ve nimetlerin kaybolması değilmiş. Acziyet, hayata tutunma ve yüce değerler uğruna çalışma azmini kaybetmekmiş.”
İman varsa imkân da vardır denilir ya! Gerçekten hakkıyla iman eden bir Müslüman, eksikliklerin ardına sığınamaz. Davetine engel olabilecek tüm sorun ve sıkıntıları imanıyla bertaraf edebilmelidir. Yetersizlik düşüncesi, Müslümanı pasifleştiren ve körelten bir hastalıktır. “Yapamam, başaramam, bu şartlarda yapacağım davette kimseye bir faydam olmaz.” gibi şeytânî vesveselere aldırış etmemeli, Müslüman ve elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra gerisini Allah’a (c.c) havale edip tevekküle sarılmalıdır. “Hasbünallahu ve ni’mel vekil, ni’mel mevla ve ni’men nasır!” nidasını yürekten söyleyen bir kulu Rabbi yalnız bırakır mı hiç?
İki küçük çocuğuyla davet çalışmasının içerisinde yer alan bir annenin, ders halkasındaki öğrencisinin yorumu çok yerindedir. Çocukların meşgalesiyle kendini derste yetersiz gördüğü bir gün, bir öğrencisinin tespiti onu hem şaşırtır hem de ona çok moral olur. “Hocam, sizi takdir ediyor ve örnek alıyorum. Dersin başından beri dikkatimi çekti. Bir yandan çocuklarınızla ilgileniyor, emziriyorsunuz; diğer yandan elinizdeki notlarla tefsir dersini yapıp bizler için çırpınıyorsunuz. Oysa biz, rahatlık içinde olmamıza rağmen Allah’ın (c.c) dini için hiçbir çaba içerisinde değiliz. Size bakınca anladım ki, aslında yapamayız, işimiz çok, boş olamıyoruz, gibi sözler bahaneden başka bir şey değilmiş.”
Aslında bize göre eksik, noksan gibi görünen bir durum bile, davet edilen şahıslarda büyük bir hayranlık meydana getirip içerisinde bulunduğu gafletten uyanmasına vesile olabiliyor. ‘Emri bil ma’ruf ve nehyi anil’münker.’ gibi bir görevimiz var ve bunu yapmak için mükemmel bir donanım, kusursuz bir hitabet ve ‘’hadi bize anlat’’ diyen bir topluluk beklersek, bu belki de hiçbir zaman olmayacak. Sağır ve dilsiz bir insan bile bazen bir Müslümanın hayatında dönüm noktası oluşturabiliyorken, bizim arkasına sığındığımız bahanelerimiz olmamalı. Her zaman ve mekânda daveti yapabilmek için fırsat kollamalı Müslüman.
Bizi bizden iyi tanıyan Rabbimiz, bize ‘İyiliği emreden, kötülükten sakındıran bir toplum’ vasfını vermişse, bu görevi her şartta yapabileceğimiz anlamına gelmektedir. “La yükellifullahu nefsen illa vus’aha…” Öyleyse bu sıfatı taşımamıza engel olan tüm mazeretleri tahlil edip bulmalı ve tedavi yoluna giderek, ‘Bunların ardına sığınmak Müslümana yaraşmaz.’ diyebilmeliyiz. Müslümanın bir ideali, gayesi olmalı ki, o da İslam’a davet yapmak, iyiliği emredip kötülükten nehyetmektir. Çünkü Rabbimiz Ali İmran suresinin 110. âyetinde şöyle buyurmaktadır: “Siz, insanlar için ortaya çıkarılmış, Allah’a (c.c) inanan, iyiliği emreden ve kötülükten nehyeden hayırlı bir ümmetsiniz.”
En hayırlı ümmetin en hayırlı bireyi olmak niyazıyla…

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?