Geçtiğimiz ay Yûsuf el-Karadavî’ye ait ‘Hasan el-Bennâ Düşüncesinde Siyaset’ isimli kitabı okumuş, üzerine bazı mülahazalarda bulunmuştuk. Bu ay değerlendireceğimiz ve yine Yûsuf el-Karadavî’ye ait olan ‘İslâm’da Devlet Mefhumu’ isimli kitabın analizi de bir bakıma önceki kitabın devamı olacak.

Geçen sayıda belirtildiği üzere, İslâm’ın, siyaset ile olan ilişkisine, yasalara bakışına, günümüz modern dünyasının fikrî ve ideolojik hareketlerine nasıl baktığına, maalesef İslâm alimleri ve İslâmî kesim pek değinmiyor. Böyle olunca insanların siyaset algısında da problemler yaşanabiliyor. İnsanlar ya saf bir politika ve körü körüne bağlılık/taassup/particilik yapıyor ya da siyasetten tamamen uzak duruyor. Toplumun çok az bir kesimi basiretli bir şekilde meselelere bakabiliyor. Oysa Müslümanlar olarak neyi, niçin ve nasıl yapmamız gerektiğini iyice bilmemiz, bilmiyorsak da öğrenmemiz gerekir. İsmini saydığımız iki kitabın, siyasetle alakalı mevzularda İslâmî bir tavır sergilemek adına önemli olduğu kanısındayım.

İslâm’da Devlet Mefhumu

Miladi 610 yılında ilk vahyin gelmesiyle beraber Allah Resulü (sav) İslâm davetine başladı ve on üç yıllık Mekke dönemi boyunca insanları üç hususta uyardı ve iman etmeye çağırdı: Kulluğu yalnızca Allah’a ait kılmak, kendisinin Allah’ın Peygamberi olduğuna inanmak ve ahiret gününe iman etmek. Mekke sürecinin bitimine doğru İslâm’ı yaymak için davet üssü olması için alternatif mekânlar aramaya koyuldu. Medine İslâm Devleti, Müslümanlar için tarihte ilk devlet tecrübesiydi. Peygamber’in (sav) hicretinden sonra ilk yapılan iş bir cami ve hemen onun bitişiğinde bir eğitim kurumu olan Suffa Mektebinin inşası olmuştu. Bunların inşası devam ederken tarihte Medine Sözleşmesi diye yer alan bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayla, Medine İslâm devletinde yaşayan bütün dinî grupların hakları güvence altına alınmış oluyordu. Tüm bu gelişmelerin yürütülmesini devlet başkanı vasfıyla Allah Resulü (sav) idare ediyordu. Medine dönemi ile birlikte artık işler, devlet aklı ile idare edilmeye başlanmıştı. Devlet başkanı bizatihi Allah Resulü Muhammed (sav) idi. İdarî, adlî, diplomatik ve sosyal işlerin tümünün görüşülüp karara bağlandığı genel merkez de camiydi.

On üç asır boyunca İslâm hep bir devlete -iyisiyle kötüsüyle- sahip oldu. Ta ki Batılılar İslâm topraklarını bölme planlarını gerçekleştirmeyi başarana kadar. Batılılar, orta çağdaki katı kilise baskısı sonucu seküler bir zihniyete bürünüp dine savaş açtı ve aklı putlaştırdı. Kendi medeniyetlerinin temellerini böylece materyalist esaslar üzerine inşa edip dinin sosyal hayata ve siyasete müdahale etmesine engel oldular. Aslında bunu yaparken de haklıydılar. Çünkü kilise aklın dışına çıkmış ve halkın manevî ihtiyaçlarının de sömürülmesine dayanan bir düzen kurmuştu.  Zamanla Batılılar sömürgeleştirmek istedikleri yerlere de bu fikirlerini taşıdılar.

Günümüzde bu hastalığın İslâm ülkelerinde de yaygınlık gösterdiğini belirten Yûsuf el-Karadavî, Hasan el-Bennâ’nın şu veciz sözlerine değinerek İslâm’ın kuşatıcılığını daraltmak isteyenlere karşı uyanık olmamız gerektiğini bizlere hatırlatıyor: “…İslâm siyaset değil, sosyal hayat değil, ekonomi değil, kültür değil de ya nedir? İslâm canlı bir şuurdan yoksun kılınan şu namazlar mı, yoksa sadece kuru sözler midir?”

Şüphesiz, İslâm, yine el-Bennâ’nın dediği gibi hayatın her alanını hiçbir gedik bırakmayacak şekilde kapsayan evrensel bir dindir: Şu hâlde o; hem devlet ve vatan, hem hükümet ve ümmettir. Hem ahlâk ve kuvvet hem rahmet ve adalettir. Hem kültür ve kanun hem ilim ve hükümdür. Hem madde ve servet hem kazanç ve zenginliktir. Hem cihad ve dâvet hem ordu ve fikirdir. Hem doğru bir inanç hem sahih bir ibadettir.”

İslâm, bu saydıklarımızın hiçbirinden soyutlanmayacak kadar mükemmel bir nizamdır. İslâm’daki devlet ve siyaset mefhumlarını göz ardı edip onu hayattan uzak tutmak isteyenler için aklî ve naklî birçok delil bulunmaktadır. Batılı bazı şahsiyetlerin fikirleri dâhil olmak üzere el-Karadavî bunların çoğuna kitabında yer vermiştir.

Kitapta özet olarak şu temel fikirleri bulacaksınız:

  • İslâm hayatın hiçbir alanından soyutlanamaz. Kur’ân, Sünnet ve selef alimlerinden gelen rivayetlerin hepsi bunu göstermektedir. Hasan el-Bennâ’nın dediği gibi “Davetimiz; selefi bir davet, sufi bir hakikat, Sünni bir yol ve siyasî bir kuruluştur.” İslâm’ın yaşanılabilmesi ve yayılabilmesi için bir devlet zeminine olan ihtiyaç kaçınılmazdır.
  • “İslâm ülkelerine hâkim olan Batı Emperyalizmi, Müslümanların kafasına habis bir Batı düşüncesini yerleştirmeyi başardı. O da şu: İslâm, din kelimesinin Batı’daki anlamıyla bir dindir, devlet değildir. Devlet işleri ile onun ilgisi yoktur. Devlet işlerini tecrübelere ve gelişen şartlara göre sadece insan aklı düzenler. Onlar -bu şekilde- Batı’da Hıristiyanlığa uyguladıklarının aynısını Doğu’da İslâm’a uygulamak istediler.” (s, 19)
  • Peygamber’in (sav) kendisine inanan müminlerle beraber Medine’de kurduğu nizamın fiili görüntüsüne bakıldığında ve modern çağdaki siyasî kriterlerle mukayese edildiğinde kelimenin tam manası ile İslâm’ın ‘siyasî bir nizam’ olduğunu söylemekte şüphe yoktur. Hedefleri ve üzerine kurulduğu esasları dikkate alındığında Medine İslâm Devleti’nin ‘dinî bir nizam’ olarak anılmasında da bir beis yoktur.
  • Kitabın son bölümünü yazar, İslâm’ın demokrasiye karşı tutumuna ayırmış: “Gerçekten İslâm Demokrasiye düşman mıdır? Ve iddia edildiği gibi demokrasi küfür (kâfirlik, inkarcılık) çeşitlerinden biri midir? Yoksa İslâm öyle olmadığı halde bu, ona atılmış bir iftira mıdır?”
  • Kitapta ilgi çekici olan bir nokta daha var ki o da Türkiye’deki Müslümanların siyasetini yakından ilgilendiren bazı sorulara verilmiş cevapları içermesidir. Eski yıllarda Refah Partisi’nin laik ve demokratik bir hükümete katılmasıyla alakalı sorulara verilen cevaplar ve notları burada bulabileceksiniz. (s, 185-186)
  • Demokrasinin sert bir şekilde eleştirilip reddedilmesi anlayışının aksine kitap, bugün demokratik pratikler olarak kabul edilen İslâm’ın bazı uygulamalarına işaret ediyor. Fakat onun ayrıntılarını İslâm’ın esaslarına ve dünyevi çıkarlarına uygun olarak zamana, mekâna ve insanların içinde bulunduğu şartlara göre içtihada bıraktığını da ekliyor. (s, 196)
  • Demokrasinin kastettiğimiz manası: Milletin kendisini yönetecek kişileri hür iradesi ile kendisinin seçmesi, onların icraatlarını denetlemesi, anayasaya aykırı hareket ettikleri zaman emirlerine itaat etmeyi reddetmesi, kötülüğü emrettikleri, haktan saptıkları, haksızlık yaptıkları, yapılan nasihatleri ve uyarıları dinlemedikleri zaman onları görevlerinden azletme hakkının olmasıdır. (s, 199)

 

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?