Ey karanlık, karar kararabildiğin kadar
Sineme yük, kalbimde yara değilsin
Herkes gibi, her şey gibi sen de fanisin
Çünkü ardında saklanan bir güneşim var
İmtihan… Kimine göre hastalık, kimine göre bela, sıkıntı. Kimine göre yoksulluk, kimine göre ölümle gelen yokluk. Peki, yokluk içinde imtihan olur da varlık içinde olmaz mı? Hastalık içinde olur da sıhhatte imtihan olmaz mı? Zorluk bir imtihan iken, kolaylık da bazen imtihan olamaz mı?
İnsanoğlu hayatta yaşadığı müddetçe bir gerçeğin gölgesinde hep yaşayacaktır: “imtihan.” Rabbimiz samimiyetliklerini kanıtlamaları için sürekli bir denemeye tabi tutacak; kulunun sabrını, sebatını ve imanını böylelikle ölçecektir. Yaratan bilmez mi hiç? Elbette ki bilir. Ancak imtihanlar biz kullar için aslında olgunlaşmamız ve Allah’a daha yakın olmamız için sunulan bir fırsattır. İmtihana eziyet gözüyle bakmamak lazım. Şüphesiz o büyük bir nimettir imtihan edilen için. Dünyanın her türlü zevku sefasını diledikleri gibi yaşayan ve imtihan kelimesinin sinesinde barındırdığı her şeyden beri olan insan ne bedbahttır… Allah (cc.) ancak sevdiği kulunu imtihan eder. Sahabe efendilerimiz sıkıntı, hastalık savaş vs. olmaksızın üzerinden kırk gün geçen bir rahatlığın ardından evlerine kapanıp ağlarlardı; ‘Rabbimiz bizi unuttu da mı, kırk gündür bir baş ağrısı kadar bile imtihanım olmadı’ diye.
Bazen her şerde bir hayır, her hayırda da şer olur denir. Bunu her ne kadar beden gözümüz görmese de manen perde arkasında çok şey olur. Oysaki bize düşen, sıkıntıda isyan edip rahatlıkta Rabbini unutmak değil, her halinde imtihan dairesi içinde olduğunu düşünüp hikmetle davranmak ve imtihanı kazanmaya gayret etmektir.
Bir hikâyedir anlatılır: Yaşlı bir kadın, antika dükkânından beğenerek aldığı fincanı özenle vitrin dolabına koyup hayran hayran bakar. Tam o sırada fincan dile gelip şunları söyler: ”Bana hayranlıkla bakıyorsun değil mi? Oysa sana bu hale nasıl geldiğimi anlatayım. Ben bir zamanlar bir balçık çamurdan ibarettim. Ustam gelip beni ezdi, dövdü ve iyice yoğurdu. Ben alışık olmadığım bu acılara ‘artık yeter beni rahat bırak ne olur’ diyordum. Ustam bana “daha değil” dedi. Sonra beni alıp bir tahtanın üstünde döndürmeye başladı, benim döndükçe başım dönüyor ve midem bulanıyordu. Artık dayanacak gücümün olmadığı kanaatine vardım ve ‘ustam artık yeter dayanamıyorum’ dedim. Ustam bana gülümseyerek “daha değil” dedi sadece. Ben daha ne kadar sıkıntı çekebilirdim bilmiyordum. Sonra beni alıp fırına koyarak kapağı kapattı ve ateşi yaktı, ben ısındıkça bunaldım, nefesim daraldı ve bağırmaya başladım. ‘Ustam sana yalvarıyorum, artık bırak beni’ dedim. Ustam ise yine o sözünü tekrar etti:”daha değil”. Bir saat kadar kaldıktan sonra fırının kapağını açıp beni yine karşısına oturttu. Ben derin bir nefes almış rahatlamıştım. Bu arada artık sıkıntılarım bitti sanıyordum ama ustam bu defa bir boya fırçasıyla her tarafımı fırçalamaya başladı. Ben bu sefer gıdıklanmaya başladım. Kıkırdaya kıkırdaya ‘usta ne olur artık bırak dayanamıyorum’ dedim ama ustam bana bakıp gülümseyerek “daha değil” dedi. Ben daha neler yaşayabilirdim ki? Ustam yine beni fırına koydu ve bu sefer ısıyı iki kat artırdı. Ben bu sefer artık kesin öleceğimi düşündüm. Nefesim kısık vaziyette ‘ustaaam çıkar beni, ölüyorum’ diye bağırmaya başladım. Fırının camından ustamın bana bu sefer acıyarak baktığını görebiliyordum. Tam son nefesimi veriyordum ki, kapak açıldı ve ben derin bir rahatlığa kavuştum. Ustam nazik elleriyle beni rafa koydu ve bana ‘kendini görmek ister misin?’ dedi, ‘evet’ dedim. Ayna getirip de kendimi aynada görünce gözlerime inanamadım. Bu ben miydim? Ama nasıl olur, ben bir çamur parçasından ibarettim! Ustam ‘kendine inanamadın değil mi! Evet bu sensin. Senin sıkıntı ve acı dediğin yaşadıkların seni bu hale getirdi. Eğer ben seni bir çamur iken alıp üstünde çalışmasaydım kuruyup gidecektin. Döner tezgâhta döndürmeseydim ufalanıp toz olurdun. Sıcak fırına koymasaydım çatlayıp gidecektin. Boyamasaydım hayatında renk olmayacaktı. Ama sana asıl güç ve dinç olma özelliği veren ikinci fırın oldu. Şimdi arzu ettiğim hale geldin işte.” Dedi. Ben mahcup olmuştum. “Ustam beni affet. Sıkıntı ve eziyet sandığım şeyler meğer iyiliğim içinmiş, hakkında kötü düşündüğüm için beni affet” Diyordum.
Ey Rabbimiz! Dert, tasa diye kendimizi kahrettiğimiz ve çoğu zaman gerek lisanen gerek kalben sana şikâyette bulunduğumuz için bizi affet. Lütfun da hoş kahrın da. Sen bize katından bir ilim ve hikmet ver. Ve bizi rızan dairesinden ayırma.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?