Birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir yer, Dünya. İnsanoğlu, bu ev sahipliği sürecinde kanlı olaylara şahit olmuş, acımasız devletlerin saldırılarına maruz kalmış; savaşlar, göçler, yıkımlar, insan onurunu zedeleyecek türden işkenceler, kadın ve çocuk gibi savunmasız kişilere yapılan haysiyetsiz saldırıların ardı arkası kesilmemiş.

Bu durum, insanlık tarihi ile neredeyse özdeşleşmiş; fakat son altı yüzyıl boyunca Dünya’ya egemen olan Batı emperyalizminin kanlı tarihi, yeryüzünde eşi benzeri görülmemiş bir vahşet ortamına neden olmuştur. Fakat ne acıdır ki Batı, günümüzde de etkisini devam ettirdiği için birçok önemli bilginin insanlara ulaşmasını engelleyebilmiştir. Hâlbuki Dünya’daki tüm okullarda Batı emperyalizminin “Kanlı Tarihi”nin ders olarak okutulması gerekmektedir. Reform, Rönesans, Aydınlanma Çağı, Coğrafi Keşifler gibi kavramlarla bu dönemi yumuşatmaya çalışan Batı, belki de insanlık tarihinin görebileceği en acımasız, en vahşi, en gaddar çağına Dünya’yı sürükleyebilmiştir.

Emperyalizmin Tanımı ve Diğer Kavramlar
Emperyalizmle ilişkili birçok kavram ortaya çıkmıştır. Şimdi bunların sözlüklerdeki tanımlarına bakalım.
Emperyalizm: Bir milletin sömürü temeline dayanarak başka bir milleti siyasi ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, yayılmacılık, yayılımcılık, emperyalistlik.
Sömürgecilik: Genellikle bir devletin başka ulusları, devletleri, toplulukları, siyasal ve ekonomik egemenliği altına alarak yayılması veya yayılmayı istemesi, müstemlekecilik, kolonicilik, kolonyalizm.
Emperyalizm ve sömürgecilik eş anlamlı değildir. Emperyalizm, bir ülkenin diğer ülkeleri etkileme ve kaynaklarından yararlanma politikası iken, sömürgecilik başka ülkelerde koloniler ve yerleşim yerleri kurma pratiğidir.
Coğrafi Keşifler: 15’inci yüzyılın birinci yarısından 17’nci yüzyılın ortalarına kadar Portekizli ve İspanyol kaptanlar tarafından, Asya’daki baharat ve değerli maden zenginliğine ulaşacak alternatif ticaret yollarının bulunması amacıyla başlatılıp bu yolda yeni kıtalar, okyanuslar ve denizaşırı toprakların Eski Dünya tarafından keşfedilmesine sebep olan tarihsel aralıktır.
Aydınlanma Çağı: Batı toplumunda 17. ve 18. yüzyıllarda gelişen akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar.
Reform: 16. Yüzyılda Katolik kilisesini eleştirmek ve Kitâb-ı Mukaddes’i temel almak suretiyle Hristiyanlığın aslına dönmesini savunan harekete verilen isimdir.
Rönesans: 15-16. yüzyıl İtalya’sında Batı ile klasik antikite (Eski Roma ve Yunan eserlerinin incelenmesi) arasında sanat, bilim, felsefe ve mimarlıkta bağın tekrar kurulmasını sağlayan, Antik Yunan filozof ve bilim insanlarının çalışmalarının çeviri yoluyla alındığı, deneysel düşüncenin canlandığı, insan yaşamı üzerine yoğunlaşıldığı, matbaanın bulunmasıyla bilginin geniş kitlelerle paylaşımının arttığı ve radikal değişimlerin yaşandığı dönemdir.
Gerçekleri Örtmeye Yönelik Kullanılan Kavramlar
Sözlüklerdeki anlamlarını verdiğimiz bu kavramların mahiyeti, aslında tanımlandıkları gibi değildir. Batı, bu kavramlarla sömürgeciliğini, katliamlarını, soykırımlarını örtme çabası içindedir. Günümüz Dünya’sına egemen olan Batı zihniyeti, maalesef yakın zamanda gerçekleşmiş hiçbir olayı objektif bir bakışla aksettirmemiştir. Reform, Rönesans, Coğrafi Keşifler gibi olaylar onların anlattığı gibi olsaydı, bu tarihten sonra yaşanan gelişmeler insanlık adına olumlu bir seyir izleyecekti. Ama öyle olmadı ve olmayacaktı da. Çünkü hesaplar bambaşkaydı. Kendi Ortaçağ karanlığını diğer medeniyetlere taşımanın mücadelesiydi bu. Nitekim bunu milyonlarca insanı katlederek yaptılar. Amerika, Afrika ve Avustralya başta olmak üzere Dünya’nın her tarafını sömürgeleştirmeye başladılar. Çoğunlukla da bunu başardılar.

Amerika’nın Keşfi mi Yoksa Dünya’nın En Büyük Soykırımı mı?
Bir yerin keşfedilmesi, orayı fark eden ilk insan olabilmekten geçer. Yani bir yeri keşfetmek, insanın olmadığı bir yere ayak basmak demektir. Ama gelin görün ki milyonlarca insanın yaşadığı; Aztek, İnka ve Maya gibi medeniyetlerin binlerce yıl hüküm sürdüğü Amerika kıtasında yaptıkları katliamları örtmeye çalışan Hristiyan Batı, orayı yeni keşfedilmiş gibi göstererek yerlileri insan hatta hayvan yerine bile koymamıştır.

Jack E. Forbes, “Kolomb ve Diğer Yamyamlar: Beyaz Yağmacılığın Gölgesinde Sömürü ve Emperyalizm” isimli kitabında, “Kolomb tam bir deli, katil, yamyam, türdeşlerini sömüren ve katleden bir adam modelidir.” der.1 Bir yoruma göre Kristof Kolomb, Yahudi’ydi ve Amerika yolculuğu, İspanya’dan kovulan Yahudi’lere yurt bulma arayışının bir sonucuydu. Amaç ne olursa olsun Kolomb ve ona destek verenler birer kâşif olmaktan ziyade vahşi köpekleri bile geçecek bir açgözlülüğe sahiptiler ve amaçlarına engel olabilecek herkesi yok etmek onların temel hedefiydi.

Soykırımın şahitlerinden biri olan Papaz Casas, “Kızılderililer Nasıl Yok Edildi?/Bartolome de Las Casas”2 adlı eserinde bu katliamları şöyle anlatıyor:
“Kimin tek bıçak darbesiyle bir insanı ortadan ayıracağı veya tek mızrak atışıyla başını keseceği ya da bağırsaklarını ortaya dökeceği üzerine bahse giriyorlardı. Anne sütü emen bebekleri zorla alıyor, ayaklarından tutup başlarını kayalara çarpıyorlardı. Bazıları ise onları yüksekten ırmaklara atıyor, bir yandan da gülerek şakalaşıyorlardı. Ayakları yere neredeyse değecek şekilde onları bağlıyor, ateşe veriyor ve diri diri yakıyorlardı. Bazıları ise bütün vücutlarına kuru saman yapıştırıyor ve bu şekilde ateşe veriyorlardı. Diğerlerinin ve hayatta bırakmak istedikleri herkesin ellerini kesiyorlardı. Beyleri ve soyluları öldürme şekilleri aynıydı. Önce direkler üzerine tahta çubuklardan bir ızgara yapıyorlardı. Sonra onları ızgaraya bağlıyor, altlarında da hafif bir ateş yakıyorlardı.”

“Gün ağarırken, masumlar karıları ve çoluk çocuklarıyla uyurken köye saldırıyor, genellikle samandan olan evleri ateşe veriyor; çocukları, kadınları ve birçok erkeği daha kendilerine gelmeden diri diri yakıyorlardı. İstediklerini öldürüyor, canlı bıraktıklarına altını olan diğer köyleri göstermeleri, başka nerelerde bulunduğunu söylemeleri için öldürene kadar işkence ediyorlardı. Kalanlar köleler gibi demirle damgalanıyordu. Yangın sönünce İspanyollar evlerdeki altınları aramaya koyuluyorlardı.”3

David E. Stannnard, “Amerika’nın Soykırım Tarihi” isimli eserinde şöyle yazmıştır:
“16. Yüzyıl sona erdiğinde, belki de iki yüz bin İspanyol her şeyiyle Hint adalarına, Meksika’ya, Orta Amerika’ya ve daha güneydeki yerlere taşınmıştı. Öte yandan aynı tarihlerde bu bölgelerdeki 60 milyon ila 80 milyon yerli ölmüştü. Ancak kıyım hâlâ sona ermemişti.”4
Hâlihazırda elimizde bulunan altının yaklaşık beşte biri, o dönemin yerel halkı katledilerek Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya ulaşmış altındır. Birçok Kızılderili 1760’larda İngiliz yayılmacılığına karşı koymayı denedi. Avrupalılar 1600’lü yıllarda çiçek hastalığını buraya taşıdı. Milyonlarca yerli bu hastalıktan dolayı öldü. ABD western filmleriyle Kızılderilileri vahşi gibi göstermeyi başardı. Hâlbuki yüzyıllarca katlettikleri bu insanların derilerini yüzüp uzuvlarına para ödülü verip kasaplarda sergileyen yine ABD idi.

Kara Kıtada Acı Yıllar: Afrika’da Köle Ticareti
Emperyalistler Afrika’ya da acımadılar. Kıta insanının büyük çoğunluğunu Avrupa ve Amerika’ya köle olarak taşıdılar. Abdurrahman Dilipak, ‘Coğrafi Keşiflerin İçyüzü’ isimli eserinde Afrika’daki köle ticaretini şöyle anlatır:

“Afrika’daki köle avını başlatanların Portekizliler olduğu düşünülmekte, ilk köle kafilesinin 1441’de Lizbon’a getirildiği kaydedilmektedir. Bunun daha öncesi de olmuştur; ancak resmi olarak ilk kafile bu tarihte Lizbon’a getirilmiş, köle ticareti ve insan avı Batı toplumları için yeni bir iş alanı olmuştur. Köle ticaretinde Portekiz tekeli 1580 yılına kadar sürdü. Bu arada hemen her Batılı ülke Afrika’ya yöneldi. Afrika sanki köle ambarı idi. Yerden mantar toplar gibi Afrika’dan insan toplamaya başladılar. Senegal’den Angola’ya kadar bütün Afrika sahilleri köle avcıları ile doldu. Köleler demir zincirlere bağlı olarak gemilere konuluyor, seyahat boyunca her yanı kapalı kamaralara balık istifi dolduruluyordu. Zamanla, köle ihracı için dizayn edilmiş gemiler geliştirildi. Hastalanan veya ölmek üzere olan köleler fazla yiyecek ve su tüketmesin diye denize atılıyordu. Afrika’dan toplanan köleler bu topraklarda köle taşımacılığı yapan beyaz eldivenli köle tüccarlarına 70 ila 200 frank karşılığında satılıyordu. Amerika’da ise bunun birkaç misli para ediyordu. Köleler genellikle toprak işçisi olarak, hafriyat işlerinde, pamuk ve şeker tarlaları, maden ocakları ve fabrikalarda çalıştırılıyordu.

Köle ticareti zamanla öyle gelişti ki, Avrupa’da malikânelerde köle sayısı günden güne arttı. Feodal beylerin giderek genişleyen arazilerinde yüzlerce köle çalışmaya başladı. Zamanla bu insanlar savaşlara sürüldüler, yeni modern şehirlerin, metroların inşasında Firavun’un ehramlarında çalışan köleler gibi çalıştılar ve bugünkü Batı uygarlığını, siyah yoksul Afrikalı insanın sırtında taşıdığı taşlarla inşa ettiler.

Köle avı, vahşi bir hâl almıştı. Silahlı insan avcıları köy basıyorlar, herkesi öldürüp yalnız genç ve güçlü insanları alıyorlardı. Çocuklar bile tavuk gibi kesiliyordu. Kaçıp bataklıklara, dağlara sığınanlar ise ya bataklıklarda ölüyor ya da kurda kuşa yem oluyordu. Bugün bir hesaba göre 100 ile 150 milyon kadar Afrikalı, köle ticaretinden etkilenmiş, ölmüş veya köleleştirilmiştir.”

En Küçük Kıta/En Büyük Ada Avustralya’nın Zor Yılları: Yerlilerin Katledilmesi
“Avustralya kıtasında da Amerika’da uygulanan soykırım uygulanmıştır. Yerliler vahşi yöntemlerle yok edilmiştir. Kısa süre içinde Avustralya kıtası İngilizler ve İngiliz şirketleri tarafından işgal edilmiştir. Sömürgecilikte işgal edilen yerlere şirketler hemen gelip kaynakları işletmeye başlarlardı. Avustralya’ya 1832 yılından 1850 yılına kadar 200 bin İngiliz göç etti. İngiliz nüfus, katledilmek suretiyle azalan yerli nüfusunu geçti. Üreticilere verilen işgaliye lisansları, yerlileri o topraklardan kovma hakkı verdiğinden, lisans sahipleri zor kullanarak yerli halkı bu topraklardan atmaya başladılar. Av hayvanlarının soyları tükenmeye başladı. Bu sebeple Victoria’nın batısında yaşayan yerliler açlığa mahkûm oldular. Takip eden yıllarda yerliler dağlara sürüldüler. Geride kalanlar ise toplama kamplarına hapsedildiler. Kamplarda hastalık ve yiyecek eksikliği yüzünden toplu ölümler baş gösterdi. İşgalciler hiçbir geleneğe saygı göstermediler. Ölenler toplu olarak gömüldüler.”6 “1850 yılına kadar aynı bölgedeki toplulukların soyları gerçek anlamda tükenmişti. İşgal edilen tüm bölgelerdeki toplulukların sayıları dörtte bire inmişti. Örneğin: Victoria’da yerli nüfus, ilk karşılama sırasındaki on bin kişiden iki binin altına düşmüştü. Flinders adasına sürülen 200 Tasmanya yerlisinden 150’si 1842 yılını göremedi. Son ikisi ise beyaz insanın eğlence gereksinimini (!) karşılamak üzere Avrupa sirklerine satıldılar ve orada öldüler. Günümüzde, yaşayan Tasmanya yerlisi kalmamıştır. Katliamlar, salgınlar, hastalıklar, açlık ve alkol nedeniyle ölümlere ek olarak doğum oranı da neredeyse sıfıra düşmüştü. Örneğin: Melbourne civarındaki 7 topluluk içerisinde 1839’dan 1849’a kadar yalnızca 20 doğum gerçekleşmişti. Avustralya yerlilerin nüfusunun, Avrupalıların kıtaya yerleşmeye başladığı sıralarda 350 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Bu tarihten itibaren geçen 150 yılda sayıları hızlı bir şekilde azalmıştır.”7

Kıtanın yerli halkı Aborijinler, her ne kadar trafiği soldan işleyen bir İngiliz sömürge devletinde yaşamlarını devam ettirseler de, varlıklarını günümüze kadar korumayı başarmışlardır.
Batıdaki Müzelerin Tamamı Birer Suç Mahallidir
Batının suç dosyası oldukça kabarıktır. Bunları yazmak için dergi sayfaları yetmez, emin olun bu vahşiliği, bu barbarlığı yazmaya ciltler dolusu kitaplar da yetmez. Biz bu yazımızda Amerika, Afrika ve Avustralya kıtalarındaki kolonileştirme faaliyetlerini yazdık. Ama özele girildiğinde dünya halklarının neredeyse tamamı sömürgeleştirilmeye çalışılmıştır ve hepsinin birbirine benzeyen veya farklı olan hikâyeleri vardır. Bunu daha iyi görmenin yollarından biri batıdaki müzelerdir. Bu müzelerin tamamı birer suç teşhir mahallidir. Emperyalistlerin dünyanın birçok bölgesinden çaldıkları tarihi ve sanat değeri olan eserleri buralarda sergilemeleri, ne kadar utanmaz olduklarının da birer göstergesidir. Yani hem çal hem de sergile! Hem zorla getir, hem de teşhir et! Bu sefil durum tam da batıya yakışırdı zaten!

Yazımızı Şair Abdürrahim Karakoç’un tam da Batı’nın bu sefil durumunu anlatan bir şiiriyle bitirelim. Vesselam!

Geçse köprü, değse derya tiksinir!
Göçse kabri, kalsa dünya tiksinir!
Küfrü, şerri öyle çok ki nursuzun,
Sevse sevda, girse gayya tiksinir!

Kaynakça
1) s.5 2) s. 26-27 3) a.g.e sayfa:41 4) s.161 5) s. 119-120 6) Eser Coşkun, İnsanın Yaşayan Geçmişi: Avustralya, Sayfa 22-23, 7) a.g.e sayfa 25.

Bu yazıya yorum bırakmak ister misiniz?