Bismillah…
Hamd ve senâ âlemlerin rabbi olan Allah’a (cc) aittir. Allah’ın salât ve selamı kulu ve elçisi Muhammed’in (sav), ailesinin, sahabesinin ve onun izinden gidenlerin üzerine olsun. Âmin…
Fehm/Anlayış:
- Madde: “Yüce Allah’ı bilmek, bir olduğuna iman etmek ve O’nu kendisine yakışmayan her şeyden tenzih etmek İslam inancının en yüce ilkesidir. Allah’ın sıfatlarıyla ilgili ayet ve sahih hadisleri ve bunların bir kısmı ile ilgili teşabuhu (mahiyetinin bilinmezliği) tevil (yorumlamak) ve tâtil (yok saymak) etmeyiz. Onları olduğu gibi kabul ederiz. Bu hususta âlimler arasında cereyan eden ihtilaf ve tartışmalara girmeyiz. Allah resulü ve sahabesi için yeterli olan bizim için de yeterlidir: “İlimde derinleşmiş kimseler ise, ‘Ona inandık, hepsi Rabbimiz tarafındandır’ derler. (Bu inceliği) ancak akl-ı selim sahipleri düşünüp anlar.’ ” (1)
Bu maddede yüce Allah’ı doğru tanımak ve ‘sıfat ayetleri’ ne yaklaşım işlenmektedir.
Giriş
Yüce Allah’ın varlığı, birliği, marifeti, kâinattaki mutlak tasarrufu, her şeyi O’nun yarattığı, her şeyin o’nun kararı ve emri ile kaim olduğu vb. diğer konularda Kur an-ı Kerim’in taşıdığı üslup ve kullandığı deliller, bu hususların felsefe/kelam tartışmalarına ve uzmanlık gerektiren ilmi önerme ve delillere gereksinim olmadan, selim yaratılışı/fıtratı bozulmamış kişiler tarafından tabii olarak bilinip benimseneceği esasına dayanır. Bu nedenle konuyla ilgili ayetler genellikle soru şeklinde, ya da şaşkınlık bildiren uyarı ve kınama niteliğinde ifadeler taşır. Bu kapsamdaki ayetler Kur’an-ı Kerim’de hacimli bir yer tutar, bu hususun anlaşılması için örnek olarak sadece ondan üç bölüm sunacağım.
“De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Yer ve yerde bulunanlar kime aittir?” Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp öğüt almaz mısınız?” de. De ki: “Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş’ın Rabbi kimdir?”. “Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız?” de. De ki: “Eğer biliyorsanız söyleyin: Her şeyin hükümranlığı elinde olan, kendisi koruyan, kendisine karşı korunulamaz olan kimdir?” “Allah’ındır” diyecekler. “Öyle ise nasıl aldanıyorsunuz?” de.” (2)
“(Ey Muhammed!) De ki: “Hamd Allah’a mahsustur. Selam onun seçtiği kullarına.” Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı? Yahut gökleri ve yeri yaratan ve size gökten yağmur indirip, onunla, ağaçlarını sizin yetiştiremeyeceğiniz gönül alıcı güzel bahçeler meydana getiren mi? Allah ile birlikte başka ilah mı var!? Hayır, onlar (Allah’a) eş tutan bir kavimdir. Yahut yeryüzünü karar kılma yeri yapan, içinde nehirler akıtan, onun için oturaklı dağlar yapan ve iki denizin arasına bir engel koyan mı? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!?Hayır onların çoğu bilmiyor! Yahut kendisine dua ettiği zaman zorda kalmışa cevap veren ve başa gelen kötülüğü kaldıran, sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah ile birlikte başka ilah mı var!? Ne kadar az düşünüyorsunuz! Yahut karanın ve denizin karanlıklarında size yolunuzu gösteren ve rahmetinin önünden rüzgarları bir müjdeci olarak gönderen mi? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!? Allah onların ortak koştuklarından yücedir. Yoksa başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var!? De ki, “Eğer doğru söyleyenler iseniz kesin delilinizi getirin.” (3)
De ki: “Sizi gökten ve yerden kim rızıklandırıyor? Ya da işitme ve görme yetisi üzerinde kim mutlak hâkimdir? Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?” “Allah” diyecekler. De ki: “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?” İşte O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah’tır. Hak’tan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz? (4)
Kur’an-ı Kerim’in iman ile ilgili esasları ele alması kelam ilminin veya felsefi doktrinlerin yaklaşımından farklıdır. O, iman konularını salt ilmi bir yaklaşımla incelemez. Ona göre iman; aklın inandığı, kalbin benimsediği ve bunun neticesinde el, ayak, dil ve diğer organları harekete geçiren bir olaydır. Onun bu yaklaşımı ile kelamcıların ‘aklın inandığı ve dilin ikrar/itiraf ettiği’ şeklinde ifade edilen yaklaşımı arasında ciddi bir fark vardır.
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. Onun ayetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların imanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler. Onlar namazı dosdoğru kılan, kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayan kimselerdir. İşte onlar gerçekten mü’minlerdir. Onlara, Rableri katında yüksek mertebeler, bağışlanma ve cömertçe verilmiş rızık vardır.” (5)
“Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.” (6)
Kur’an yaklaşımında işin içinde kalbin rolü olduğu kadar iradenin de rolü vardır. Bu nedenledir ki iman için aklen düşünmek ve gönülden kabul etmek gerekli olduğu kadar iradenin de devreye girip karar vermesi gerekir. İman konusu diğer ilmi konular gibi “iki kere iki dört eder” şeklinde ifade edilebilecek ve o ilmi yöntemi uygulayacak herkesin aynı sonuca varacağı bir konu değildir. Çünkü o zaman özgür iradenin ve tercihin bir anlamı olmaz. Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde, inkârcıların aklen kabul ettikleri halde çeşitli nedenlerden ötürü özgür iradeleri ile iman etmedikleri vurgulanmıştır. Örnek olarak aşağıdaki iki ayeti verebiliriz:“Mucizelerimiz bütün açıklığıyla gerçeği gösterici deliller olarak kendilerine takdim edildiğinde (Firavun ve halkı), “Bunlar, belli ki birer büyüden ibaret!” dediler. Vicdanları onların Allah’tan olduğuna tam kanaat getirdiği halde, bile bile yanlışta ısrar ederek ve boş bir büyüklenme ile onları inkâr ettiler”. (7)
Yüce Allah’ı Nasıl Tanırız?
Yüce Allah, hiçbir özelliği ile biz mahlûklara (yaratılanlara) benzemediğinden onun sahip olduğumuz duyularla anlaşılması ve varlığının mahiyetinin bilinmesi imkânsızdır. Bu nedenle, vahi yolu ile bize bildirdikleri ve eserlerini inceleyerek ulaştığımız bilgiler dışında başka yöntemlerle O’nu tanımak imkânsızdır. Yarattıkları üzerinde tefekkür ederek O’nun büyüklüğünü, kudretini, ilmini ve diğer özelliklerini gücümüz oranında anlayabiliriz. Keza, Kur’an ve sünnet yolu ile bize ulaşan Esmâ-i hüsnâ sayesinde O’nu tanıyabiliriz. (Not: Kur’an veya hadiste geçen ve yüce Allah’ı tanımlayan Hâbir, Kerim ve Bâsir gibi isimlere Esmâ-i hüsnâ denir. Tamlama (‘Allah’ın eli’ gibi), fiil kalıbı ile (‘Allah istiva etti’ gibi) veya diğer yollarla yüce Allah’a nispet edilen kavramlara ise sıfat denir. )
Esmâ-i hüsnâ olarak adlandırılan sıfatların sayısı konusunda başvurulacak kaynak şüphesiz ki Kur’an ve sahih hadislerdir. Kelam âlimleri öğrenmeyi kolaylaştırmak amacıyla ortak özelliklerini göz önünde bulundurarak bu sıfatları birleştirip tasnif etmişleridir:
a-zati sıfatlar: Vücut (var olmak), kıdem (evvelinin olmaması), beka (sonunun olmaması), vahdaniyet (bir olmak, şerikinin bulunmaması, parçalardan oluşmamak), kıyam binefsihi (başkasına muhtaç olmamak), muhalefetün-lil-havadis (yaratılmışlara benzememek)
b- Sübuti sıfatlar: Hayat, ilim, irade, kudret, sem’ (işitmek), basar (görmek), kelam, tekvin (yaratmak). Tekvin sıfatı Maturudi mezhebine göredir. İmam Eş’ari, bu sıfatı müstakil bir sıfat olarak görmez. Kelam âlimleri bazı sıfatları ‘tenzîhî sıfat’, yani Allah’ın ne olmadığını anlatan sıfatlar olarak nitelendirirler.
“Kur’ân-ı Kerîm’de çeşitli kelime kalıplarıyla zât-ı ilâhiyyeye nispet edilmiş olarak yer alan kavramların sayısını 313’e ulaştıranlar vardır (bk. Kureşî, I, 12-15). Allah’ın doksan dokuz isminin bulunduğunu ve bunları benimseyenlerin cennete gireceğini ifade eden hadisi Buhârî ve Müslim gibi otoriteler rivayet etmiş, Tirmizî’nin rivayetinde ise bu isimler tek tek zikredilmiştir (Buhârî, “Tevhîd”, 12; Müslim, “Zikr”, 5, 6; Tirmizî, “Da’avât”, 82; krş. İbnMâce, “Duâ, 10). Bu isimlerden doksan üçü Kur’ân-ı Kerîm’de yer almış, diğer altı ismin ifade ettiği manalar ise başka kelimelerle yine O’na izafe edilmiştir. Bu liste İslâm dünyasında meşhur olmuş, dua ve niyaz amacıyla okunmuş, Esmâ-i hüsnâ telif türünün planını oluşturduğu gibi hat sanatının da bir konusu haline gelmiştir. Bununla beraber Esmâ-i hüsnâ ile ilgilenen âlimlerin çoğunluğuna göre ilâhî isimler bu doksan dokuzdan ibaret değildir (bk. meselâ Beyhaki, s. 6-8; Gazzâlî, el-Maksadü’l-esnâ, s. 131-133).” (8)
Sıfat Ayetlerini Nasıl Anlamalıyız?
Yüce Allah Ali İmran suresinin 7. ayetinde Kur’an ayetlerinin bazılarının muhkem ve bazılarının müteşâbih olduğunu ifade etmiştir. Muhkem, hemen hemen tüm âlimlere göre manası net, birden fazla ihtimal taşımayan ve manasını öğrenmek isteyen herkesin aynı sonuca varacağı ayet demektir. Kur’an’ın çoğu bu kapsama girer. Müteşâbih kelimesi “benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzeyen” demektir. Terim olarak halef veya müteahhirîn (ilk dönemden sonra gelen bilginler) âlimlere göre mana yönünden birden fazla ihtimal taşıdığından veya zahiri anlamının Allah’a nispet edilemeyeceğinden anlaşılmasında güçlük çekilen ayet demektir. Selef veya mütekaddimîn (ilk dönem bilginleri) âlimlere göre ise sadece yüce Allah’ın gerçek anlamını bildiği lafız veya sözü ifade eder. (9)
Bu görüş ayrılığının sonucu olarak, ayetin sonundaki “ve’r-râsihûne…” ifadesinin başında yer alan “vav” harfi halef anlayışını benimseyenlerce bağlaç (harfi atıf, vavu’l atıf) olarak kabul edilmiş ve şu anlam verilmiştir: “… Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah ve ilimde yüksek pâyeye erişenler bilir.” Selef anlayışına göre ise buradaki vav, harfı ibtidaiyyedir (Vâvu’l-İsti’nâfiye/İbtidaiyye), yeni bir cümlenin başladığını göstermektedir ve ayetin meali şöyledir: “… Hâlbuki onun te’vilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık, hepsi rabbimizin katındandır, derler.”
Kur’an’ın nazil olduğu dönemde sahabenin bu sıfatları Allah resulüne sorduğuna dair bilgi elimizde yoktur. Sahabe nesli Kur’ani metotla eğitilmiş, pratik karşılığı olan işlerle ilgilenmiş, bu sıfatların yüce Allah’ın zatini ilgilendiren kısmıyla değil, kendilerini ilgilendiren kısımla ilgilenmişlerdir. Hicri 3. asırdan itibaren İslam toplumunda yozlaşmanın belirginleşmesi, diğer medeniyetlerden etkilenmenin sonucu olarak inançla ilgili grup ve mezheplerin oluşması sonrasında Müslümanlar bu sıfatların mahiyetini öğrenmeye yöneldiler.
Sıfatlarla ilgili ayet ve hadislerin anlaşılmasında ifrat ve tefrite kaçanlar olmuştur. Ne bazı selefi gruplar gibi teşbihte bulunmak (bu sıfatları yaratıkların sıfatları gibi anlamak) doğrudur, ne de bazı Mutezile âlimleri gibi bunları ta’til etmek (yok saymak, devre dışı bırakmak) doğrudur. İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’den itibaren selef âlimleri yüz, göz, el, ayak gibi zahirî manalarıyla beşerî özellikler taşıyan bu sıfatları Allah’a nispet etmişler ve daima “mahiyeti ve keyfiyeti bilinmeden” tabirini eklemek suretiyle ta‘tîl veya teşbih aşırılıklarına düşmemişlerdir. Keza, mecaz anlamlar vermek de istememiş ve meselenin iç yüzünü Allah’a havale etmeyi (tefvîz) uygun görmüşlerdir.
İmam el-Benna da bu görüşü benimsemiştir. Zira yüce Allah’ın işitme, görme, ilim gibi Esmâ-i hüsnâ kapsamındaki özelliklerinin mahiyetini idrak edemeyiz. Ne O’nun işitmesi bizim işitmemiz gibidir ne de görmesi bizim görmemiz gibidir. Yüz, göz, el, ayak gibi zahirî manalarıyla beşerî özellikler taşıyan ve bu zahiri manaların yüce Allah için söz konusu olamayacağı sıfatları anlamak daha zordur.
Halef âlimlerin benimsediği te’vil görüşüne göre ise bu sıfatlar, İslam inanç ilkeleri ve Arap dilinin kural ve özellikleri çerçevesinde mecaz manalarına bağlı olarak yorumlanmalıdır. Te’vil görüşü, teşbih ve ta‘tîl aşırılıklarına engel olduğu gibi İslâm akaidini naslar çerçevesinde ve mantıkî bir ahenk içinde sistemleştirmeye de hizmet ettiğinden Ehlisünnet kelam âlimlerinin çoğu tarafından benimsenmiştir.
Selef ve halef görüşünü bir ayet üzerinde uygulayarak konunun anlaşılmasını sağlayalım. Fetih suresi 10. ayette mealen şöyle denmektedir: “Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” Ayette geçen ve Türkçe olarak ‘Allah’ın eli’ şeklinde ifade ettiğimiz ‘yedü’llah’ kavramı tartışma konusu olmuştur. Hem selef hem de halef âlimleri bizim bildiğimiz tarzda ‘el’ organının yüce Allah için söz konusu olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Selef âlimleri bu sıfatı olduğu gibi kabul edip gerçek manasını bilmediklerini ve mahiyetini ancak yüce Allah’ın bildiğini kabul etmişlerdir. Halef âlimleri ise buradaki ‘el’i güç ve kudret anlamında anlamışlardır.
Kaynaklar:
- Âli İmrân suresi,7
- Mü’minun suresi: 84-89
- Neml suresi: 59-64
- Yunus suresi: 31-32
- Enfal suresi: 2-4
- Nisa suresi, 65
- Neml suresi: 13, 14
- DİA, ‘Allah’ maddesi
- Detaylı bilgi için DİA, ‘Müteşâbih’ maddesine bakınız.
- İletişim